Review Category : İz Bırakanlar

DR. SADIK AHMET

Sadık Ahmet (7 Ocak 1947 Gümülcine – 24 Temmuz 1995Gümülcine), mensubu olduğu Batı Trakya Türkleri‘nin hakları için verdiği mücadele ile tanınmış bir tıp doktoru ve siyasetçidir.

Sadık Ahmet Gümülcine‘nin Sirkeli köyünde doğmuş; ilköğrenimi kendi köyünde, orta öğrenimi ise il merkezindeki Celal Bayar Lisesi‘nde tamamlamıştır. 19661967 öğrenim yılınıAnkara Üniversitesi Tıp Fakültesi‘nde geçirdikten sonra, Selanik üniversitesi tıp fakültesine girdi. 1974 yılında aynı fakülteden hekim olarak mezun olduktan sonra, 34 ay süren askerlik görevini yerine getirdi. Bunun ardından, bir yıllık zorunlu hekimlik hizmetinden sonra 1978yılında Batı Trakya‘ya dönüp cerrahlık ihtisasına başladı. Cerrah unvanını 1984 yılında edindi, ve aynı dönemde Batı Trakya Türkleri‘nin toplumsal sorunlarıyla ilgilenmeye başladı.

Bu sorunların başında Yunanistan‘ın Batı Trakya Türk Azınlığının budunsal (etnik) kimliğini tanımaması, ve onun yerine Lozan Antlaşması‘na sığınarak dini kimliği kullanması gelir. Bunun yanı sıra, çoğunluğu çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşan Batı Trakya Türkleri’nin topraklarının kamulaştırılması, insan haklarına aykırı olarak 19551998 yılları arasında Yunanistan vatandaşlık yasasının 19. maddesi gereği 46.638 Batı Trakyalı ve Oniki Adalı Türk’ün vatandaşlıktan çıkarılması [1], ve Lozan Antlaşması‘na aykırı olarak Batı Trakya Türk Azınlığının eğitim kurumu kurup denetleyememesi ve dini önderini seçme hakkının gasp edilmesi diğer önemli sorunlar arasındadırlar [2].

Bu sorunlar karşısında, Sadık Ahmet ilk olarak 1985 yılında, Batı Trakya Türklerinin sorunlarını uluslararası kamuoyuna duyurmayı amaçlayan bir imza kampanyası başlattı, ve 8 Ağustos 1986‘da bunun üzerine tutuklandı. Engellemelere rağmen, 15.000’e yakın imza toplamayı başarmıştı.

Sonraki yıl, 25 Eylül’de Selanik‘te bulunan İnsan Hakları üyelerine Batı Trakya Türklerinin sorunlarını açıklayan bildiriler dağıttı ve bu yüzden 30 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu karar uluslararası kuruluşların baskıları nedeniyle hâlâ Yunanistan Yüksek Mahkemesinde temyiz halinde bulunmaktadır.

18 Haziran 1989 genel seçimlerinde Batı Trakya Türklerinden seçilen ilk bağımsız milletvekili oldu; ancak çok sürmeden milletvekilliği iptal edildi. 26 Ocak 1990 tarihinde gerçekleşen bir konuşmasında, Batı Trakya Azınlığı ile “Türk” sıfatını kullanmasından ötürü tutuklandı ve Selanik Dudullu hapishanesinde 2 ay geçirdikten sonra cezasının kalanı paraya çevrilip serbest bırakıldı.

8 Nisan 1990‘da ikinci kez bağımsız milletvekili olarak seçilen Sadık Ahmet, Batı Trakya Türklerini temsil eden ilk siyasi parti olan Dostluk, Eşitlik, Barış (DEB) partisini 13 Eylül 1991‘de kurup genel başkanlığını üstlendi. Bunun üzerine 1993‘de seçim yasasında değişikliğe gidilerek, seçimlere katılan partilerin mecliste temsil edilebilmesi için %3’nün üzerinde oy alma zorunluluğu getirildi. Yunanistan nüfüsunun %1.5-2’sini oluşturun Batı Trakya Türk Azınlığı ile DEB’in Meclis’e girmesi böylece engellendi.

Sonraki yıllarda, Yunan makamlarının caydırıcı politikasının devamına rağmen, Sadık Ahmet, ülke içinde ve uluslararası ortamlarda Batı Trakya Türklerinin sorunlarını başarı ile dile getirmeye devam etti. 24 Temmuz 1995‘de Lozan Anlaşmasının 72. yıldönümünde şüpheli bir trafik kazası ile hayatını kaybetti. Türkiye’de, özellikle Trakya bölgesinde, birçok okul, yol ve park onun adını taşımaktadır.

Kazanın üzerindeki sis perdesi hala aralanamamıştır.

 

http:/tr.wikipedia.org

Read More →

Osman Nuri Peremeci

Balkan Türklerinin son yüzyıl içinde yetiştirdiği büyük lider ve fikir adamlarından Osman Nuri Peremeci 1874 yılında Bulgaristan’ın Şumnu şehrinde, çarşı camii yanındaki bir evde doğumuştur. Babası Hacı İsmail Efendi, annesi Emine Hanımdır.

 

Varna yakınlarında Beylili köyündeki çiflikleri dolayısiyle  “ Beyliler “ diye anılan ailenin, en büyük çocuğu olan Osman Nuri, ilkokulundan sonra ortaöğrenimini Şumnu Ruştiyesinde yapmış, milli terbiye ve ideal şuurunu ise dedesi Şumnu Müftüsü Mustafa Raşit Efendi’den almıştır.

 

Müftü Raşit Efendi’nin yanında çok iyi Arapça, Farsça ile talik, ayan kufi, sülüs gibi eski yazı çeşitlerini  iyi öğrenen Osman Nuri, çok küçük yaşta tarih sevgi ve şuuruna varmış, tarih öğretmeni olmaya karar vermiştir.

Çok eski ve tanınmış akıncı – bayraktar aileden gelen müfti Raşit Efendi torununu, ayrıca iyi bir hatip ve din alimi olarak yetiştirmiş, din hocalığı icazetini de kendi eliyle imzalamıştır.  17 yaşında öğretmen olan ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu başkenti İstanbula giden Osman Nuri Hoca burada Maarif Nezaretinde “ Meclis-i Kebiri Maarif “ önünde sınava girerek tarih öğretmeni olmuş, Osmanlı hükümeti tarafından Varna Ruştiyesi tarih öğretmenliğine tayin edilmiştir.  1890 yılında ilk dersini veren Osman Nuri Efendi daha sonra Bulgaristan’ın çeşitli şehirlerinde, Osman Pazarı, Eskicuma, Pravadi, Niğbolu, Rusçuk, Tırnova’da öğretmen olarak çalışmış, işgal altında bulunan Balkanlar’daki eski Türk kentlerinde Bulgarların ezmek istediği Türklerin milli şuurunu yeniden ve cesaretle canlandırmaya çalışmıştır.

 

Bulgaristan’daki Türk okullarının hakları ve Türk azınlığının milli bütünlük esasları için genç yaşta mücadeleye atılan Osman Nuri Hoca, okullarda Türk gençlerine öğrettiği milliyetçi, Türkçü fikirleri bulunduğu şehrin camilerinde verdiği vaazlarla müslüman halka da aşılamıştır. Balkan Türklerinin meselelerinin yanısıra Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarda geçirdiği siyasi krizleri de yakından izliyen Osman Nuri Hoca, 1900 yılından itibaren Bosna’da yayınlanan VATAN, Kırım’da yayınlanan TERCÜMAN, Pariste yayınlanan MİZAN gazetelerine devamlı yazı yazarak Balkan Türklerinin sesini buralarda da duyurmuş, İmparatorluğu bölücü fikirlere karşı çıkmış, istibdat idaresine kafa tutmuştur.

 

Bu gazetelere ikiyüz kadar makale yazan Osman Nuri Hoca daha sonra Balkan Türklerinin örgütlenmesi fikri üzerine durmuş, ilk olarak da 1906 da Bulgaristan Türk Mualimler Birliğini kurmuştur.  Osman Nuri Hoca’nin başkan seçildiği bu kuruluş Bulgaristan eğitim hayatında tam bir reform yaratmış ve Türk cemaatine yaptığı kongreler ile birçok haklar sağlamıştır. Bu haklar şöyle özetlenebilir :

 

1   -Türk Cemaati, okulları için Türk öğretmen okulları açabilecektir.

2 – Türk Muallimler Birliği Bulgaristan MaarifVekaleti Meclis-i Kebir-i Maarifinde temsil edilecektir.

3 – Türk okulları kitapları, Türkçe basılabilecektir.

4 – Bulgar okulları gibi Türk okulları da kendisine ait toprakları işliyebilecek, geliri okula ait olacaktır.

 

Bu hakların sağlanması için Bulgaristan’ı bir uçtan bir uca gezen, her şehirde maarif kongreleri topıyarak Türk öğretmenlerini, din hocalarını ve müslüman halkı teşkilatlandıran Osman Nuri Hoca bir süre sonra Bulgaristan Türklerinin milli liderlerinden biri haline gelmiş. Bulgar hükümeti tarafından adım adım takip edilmeye başlamıştır. Osman Nuri Hoca bu yoğun çalışmaları arasında Balkanlardaki Türk okullarında okutulmak üzere BULGARİSTAN COĞRAFİYASI, TARİH (7cilt) DİN VE MİLLET ŞUURU, MEDENİ BİLGİLER (Malumat-i Medeniyye) kitaplarını da yazmıştır.

 

Türk okullarında ders kitabı olarak okutulmaya başlanan bu kitapların bir süre sonra müslüman cemaat tarafından gizlice okunan rehber yayınlar haline geldiği görülmüş ve Bulgaristan Türkleri sessizce teşkilatlanmaya, çeşitli faaliyetlerde birleşmeğe başlamışlardır.  Bu arada Osman Nuri Hoca’nın zaman zaman başında sarığı, sırtında cubbesiyle uzak Türk köylerinde ve kasabalarında uyarıcı vaazlar verdiği, konuşmalar yaptığı da gözden kaçmamaktadır.

 

Osman Nuri Hoca ve ideal arkadaşları daha sonra 1919’dan itibaren Anadolu harekatını benimsemiş, Bulgaristan Türklerinin önce Büyük Millet Meclisi Hükümetini, sonra da Türkiye Cumhuriyetini tanımalarını desteklemelerini sağlamışlardır. Eski Sofya Büyükelçisi Fethi Okyar ile eski askeri ateşe Mustafa Kemal’in başında bulunduğu Anadolu ihtilali esasen ilk gününden itibaren bütün dünyada olduğu gibi Balkanlarda da büyük heyecan yaratmıştır.

 

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Bulgaristan’daki Türklerin gizli faaliyetleri artmıştır.Bu arada Osman Nuri Hoca da Varna Türk konsolosuyla birlikte çalışmaya başlamıştır, 1926’da konsolos Mahmut Beyle bir Bulgaristan gezisine çıkmıştır. Bu gezileri ve gelişmeleri tehlikeli bulan Bulgar Hükümeti ilk olarak 1927 yılında Osman Nuri Hoca’nın öğretmenlik hakkını elinden almış, daha sonra da kendisini tevkife karar vermiştir. 1927 yılı eylül ayında bir akşamüstü Şumnu’daki evinde yazı geçiren ve çalışmalar yapan Osman Nuri Hoca’yı gizlice ziyaret eden emekli Bulgar öğretmeni Nedef, sonradan polis ajanı olduğu anlaşılmıştır. – “ Seni tevkif edecekler hoca, başının çaresine bak “ diyerek ikazda bulunmuştur.

 

Bulgar polisinin devamlı takibi dolayısiyle her böyle bir durumla karşılaşma ihtimalini hesaplayan Osman Nuri Hoca bu uyarış üzerine ailesine ve çocuklarına doğrudürüst “Allahaısmarladık”  bile demeden bir gecede sınırı geçerek Edirne’ye gelmiştir.  Osman Nuri Hoca Türkiye’ye iltica edince Edirne’ye yerleşmiş ve kendi ifadesiyle “ Doğup büyüdüğü ömrünün en güzel günlerini geçirdiği “ Balkan topraklarından ayrılamamıştır.  Hayatını kazanmak için Edirne’de Milli Eğitim Müdürlüğüne başvurarak iş isteyen Osman Nuri Hoca ilk olarak Edirne’nin Subaşı köyü öğretmenliğine tayin edilmiştir.

 

Bu görevi sevinçle kabul eden ve Subaşı köyünde “ Modern ve yeni bir köy yaratma yolunda denemeler “ yapan Osman Nuri Hoca’nın çalışmaları ilgiyle, taktirle izlenmiştir. Bir yıl sonra Edirne merkezine alınan ve Bulgar okulunda Türkçe dersleri ile ortaokul – lisede tarih dersleri vermeye başlayan Osman Nuri Hoca bundan sonraki hayatını ilmi çalışmalar yapmakla geçirmiş, çok sevdiği Edirne’ye büyük hizmetlerde bulunmuştur.  Edirne Halkevinde, Edirne ve Yöresel Eski Eserleri Araştırma Kurumunda yaptığı tarih çalışmalarının yanısıra Edirne müzesinin kurulmasında da görev alan Osman Nuri Hoca, Osmanlı İmparatorluğuna bir asır başkentlik eden talihsiz sınır şehrinin meselelerini İstanbul’da yayınlanan Tasvir-i Efkar gazetesine yazdığı makalelerde açık bir dille savunmuştur.

 

Ayrıca “Resimli Şark”, “Köy Postası”, “Damla”, “Altı Ok “, “Resimli Ay”, “Milli Gazete” gibi birçok dergiye de tarih sohbetleri, araştırmalar yazan Osman Nuri Hoca, Soyadı kanunu çıkınca PEREMECİ soyadını almıştır. Merhum üstad sorulursa soyadının manasını şu şekilde anlatırdı :

 

Pereme, Tuna’da ve Karadeniz’de kullanılan küçük çektirmelere verilen addır. PEREMECİ ise “Kayıkçı” anlamına alınabilir.  Türk Tarih Kurumu I. Ve II. Kurultayına katılan Osman Nuri Peremeci “ Tuna Boyu Tarihi “, “ Atalar sözleri “, Ernest Meumann’dan dilimize çevirdiği “ Pedagoji “ ve nihayet “ Edirne Tarihi “ gibi büyük eserlerini Edirne’de Kaleiçinde bulunan mütevazi evinde yazmıştır. Bu evin bulunduğu sokağa Edirne Belediye Meclisi Tarafından 1 Haziran 1967 tarihli kararla merhum Osman Nuri Peremeci’nin adı verilmiştir.

 

Osman Nuri Peremeci 1927’de Türkiye’ye iltica ettikten bir yıl sonra, 1928’de Bulgaristan’da  kalan eşi Ayşe Hanım zatürrie hastalığına tutularak ölmüştür.

 

Osman Nuri Peremeci ikinci defa 1934’de Edirne’de aslen Kırcaali’li olan Servet Hanımla evlenmiş, bu evlilikten Bilgin ve Ömer Ekin adlarında iki erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. Merhum Osman Nuri Peremeci’nin öğretmenlik hayatı eğitim, terbiye ve yetiştirme yönlerinden genç öğretmenler için tam bir örnektir. Üstad, özellikle tarih derslerinde öğrencisine verdiği dersi, öğretmek, sevdirmekle kalmamış gerçek manada Türk gençleri yetiştirmeyi daima amaç edinmiştir. Bu gün bütün öğrencileri Osman Nuri Peremeci’yi sadece bir öğretmen, bir tarih bilgini olarak değil, bir önder ve örnek insan olarak hatırlamakta ve yadetmektedirler. 23 Nisan 1945’te Osman Nuri Peremeci için Edirne’de 55. Yıl jubilesi yapmak üzere hazırlıklar başladı.

 

Edirne Lisesinden Yetişenler Derneği mensuplarının hazırladığı bu büyük jubileye hocanın yurdun her köşesindeki öğrencileri gelecek, büyük bir tören yapılacaktı. Ancak çok istediği halde büyük tarihçi Osman Nuri Peremeci bu törende bulunamadı. Ve kısa süren bir hastalık sonunda 17 Mart 1945 Cumartesi sabahaı saat 08.05’te çok ağır bir gece geçirdikten sonra hayata gözlerini kapadı.

 

Merhumun kalbi çok yoğun çalışmaya dayanamamış ve durmuştu. Osman Nuri Peremeci’nin ölümü Edirne’de, Trakya’da ve bütün yurtta, Balkanlar’da büyük üzüntü yarattı. Osman Nuri Peremeci Bulgaristan Türkleri tarihinde olduğu gibi umumi Türk kültür tarihinde de layik olduğu yeri almıştır.

 

Osman Nuri Peremeciye

 

Sen Tuna’dan ses getirdin bize

Sen ışık tuttun donuk gözlerimize

Sen Rodoplar’dan, sen Lofçalar’dan,

Seslendin bize ….

 

Sonra öz vatan canım Edirne,

Odak olmuştu gözlerine.

Bir gün Mecnun misali düştün yollara.

Varsın dedin binbir bela gelsin, başıma,

Fakat ben mutlak kavuşmalıyım aziz vatanıma.

 

Vatan sevgisi, tertemiz damarlarında,

Çarpan bir nabızdı her zaman.

Bir sabah kurşun kubbeler diyarında,

Sıcak duygularla, güler yüzle,

Selamladı seni, ay- yıldızlı, tan.

 

Dost Peremeci, insan Peremeci !

Sen bir gün işte böyle katıldın aramıza,

Ve zaman zaman merhem oldun, yaramıza.

Vatan dedin, Edirne dedin,

Tuna türkülerini gözlerinle söyledin.

 

Sen yurt aşkıyla tutuşup yanan insandın,

Sen tüm varlığını bu vatana adayandın.

Bilgiyi, insanlığı, erdemliği, sevgiyi,

Hasılı her doğru, her güzel şeyi,

Türk çocuklarına anlatan insandın.

 

Yalnız seng-i musallada bilmedik kadrini,

Her zaman andık, her zaman sevdik seni.

Yağmur yağdı, sel aktı, çamur oldu ama,

Sen tertemiz kaldın, anlına bir tek kara düşmedi.

Göğüsünün üstünde kavuşturup güzel ellerini,

Mutluluk içinde dünyaya yumdun nur gözlerini….

 

Uluğ TURNALIOĞLU

 

Read More →

Nuri Turgut ADALI-Bulgaristan Türklerinin Özgürlük Havarisi

22 Kasım 1922 yılında Kırcaali ilinin Adaköyünde doğan Nuri Turgut Adalı, Kaşıkçılar ve Hatipoğulları köylerinde geçen ilk ve orta okul yıllarından sonra öğrenimine Şumnu Nüvvap okulunda devam eder. Bulgaristan’ın çarlık dönemi yıllarına tekabül eden öğrenimi sırasında Kemalist görüşlerinden dolayı okuldan uzaklaştırılır. Oysa Bulgaristanlı Türkler arasında milli benliğin korunmasını için çalışan Mustafa Kemal Atatürk “Bulgaristan’ı sevmeyen, Türkiye’yi de sevemez” diyordu.

Nuri Turgut Adalı 82 yıllık ömründe, ilk gençlik yıllarından, hayatının son demine kadar, Türk kimliğini koruma ve Türklüğü yaşatma uğrunda doğrularından vazgeçmedi. İlk once Rodoplar’da, 1985’te yurdun tüm yerlerdinde Müslümanların adları silah zoruyla Bulgarcayla ve yüzlerce vatandaşımız Türklük sevdasını hayatıyla ödedi. Aslında Türklük uğruna mücadele bundan çok önceleri başlıyor. Bu bayrağı elinde ilk savuranlardan biri de Nuri Turgut. Nitekim Nuri Turgut Adalı’nın kahramanlık öyküsü daha 1945 yılından başlıyor.

Gümülcine ve Kırcaali illerinde öğretmenlik yaparken 1945-1946 yıllarında Pleven yakininda Krasno Gradiste’de Rositsa toplama kampında iki yıla yakın tutuklu kalıyor Nuri Adalı. Hakkında rapor hazırlayan devlet güvenliği ajanı Nuri Adalı hakkında şu ifadeleri kullanır: “Halk iktidarının en büyük düşmanıdır. Sosyalizm rejiminin insan haklarını çiğnediğini, Türk azınlığının ise haklarından mahrum edildiğini söylüyor. Milliyetçi ve Turancı fikirlerini gizlemiyor. Okur-yazar ve eğitimlidir. Eski türkçe, arapça ve bulgarca okuyor ve yazıyor. Türk nüfusu arasında saygınlığa sahiptir. Son derece tehlikelidir”. Bu şekilde tasvir edilen insan hakları savaşçısı Nuri adalı Belene ölüm kampına ilk defa 1950 yılında kömünist rejim tarafından gönderiliyor ve orda 3 yıl kalıyor.

Bulgaristan’da ceza evlerinde en uzun süre kalan kişi olarak tarihe geçmişti.
1960 yılında T.C. Sofya Büyükelçiliği vasıtasıyla dönemin Cumhurbaşkanı Adnan Menderez’e rapor gönderen Adalı, Bulgaristan Türkleri’nin haklarının çiğnendiğini bildiriyor ve Bulgaristan’daki Türk azınlığının içinde bulunduğu olumsuz sosyal şartların komünizm rejiminden kaynaklandığını ifade ediyor. Türklerin sahip olduğu etnik ve dini hakların kısıtlanmaya başlandığını yazan Adalı bu kısıtlamaların kısa zamanda asimilasyona dönüşeceğini de uyarıyor.

Mahkeme nezdinde her şeyi itiraf eden Nuri Adalı suçunun ne olduğunu soruyor ve 15 yıl hapis cezasına çaptırıldıktan sonra 1961 yılında girdiği Stara Zagora cezaevinden 1973 yılında çıkıyor.

Nuri Adalı, kendi eliyle yazdığı ölüm fermanını defalarca rüyalarında gördükten sonra yırtarak, ölüm sehpasına gitmekten kurtulmuştu. Iste Nuri Turgut Adalı’nın 1969 yılında Eski Zağara hapisanesinde yazmış olduğu Zindanda şiiri.

ZİNDANDA

Pek nahoş çehreler çevremi sardı,
Söndü bak ışığım, ufkum karardı!
Kelebek gönlüm hiç yaşar mı gülsüz?
Zindanda geçer mi ömür bülbülsüz?
Münferit bir mezar biçimi oda,
Tad kalmadı aşda, ekmekte, suda.
Zehirli bir oktur o kem bakışlar
Nasıl geçer burda yazlar ve kışlar?
Bahar çiçekleri uçtu gözümden,
Anlayan yok gibi sanki sözümden!
Gömüldüm pek kara düşüncelere,
Alışmak gerektir işkencelere!…
Hele bir gün yurtta olacak sabah,
Benim de gönlümde dinecek bu ah!…

İsim değiştirme kampanyası sırasında cezaevinde bulunuyor. Adını karşı koymadan değiştiriyor, çünkü bu eylemin arkasında Sovyetler Birliği’nin durduğuna inanıyor ve mukavemetin anlamsız olduğunu biliyor. Ancak karşı gelmemesinin bir başka daha önemli bir nedeni var: asimilasyon politikasının buraya kadar geleceğini yıllar öncesinden bildiği gibi, çok sürmeden isimlerin tekrar geri verileceğini de biliyordu. Zira Türk isimli olup rejimi destekledikleri için Bulgar olan, Bulgar gibi düşünen Türklerin de isim değiştirme eyleminden sonra Bulgar adlarıyla ancak Türk gibi yaşayacağını ve Türk kalacağını biliyordu. 1985 yılında cezaevinden çıktığı dönemde hemen Belene ölüm kampına gönderiliyor. O dönemdeki komünist sistemin yöneticileri tarafından 3 kere Belene ölüm kampına, 3 kere cezaevine, bir kere sürgüne, iki defa da ev hapsine mahkum edilen Adalı 1989 zorunlu göçte Türkiye’ye ilk gönderilenler arasında oldu. Yıllardır hasretini çektiği Türkiye onu bağrına bastı. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti kendisine “Gazi” unvanını verdi.

Nuri Adalı’ya göre şiir yazmak yaşamaktır. Baskıya hazır, ancak basılmadan önce el konulan üç şiir kitabı var: Masum simalar, gençlik anıları ve ayrılık. Yasalara aykırı olmasalar da, yapılan aramada savcılar dönemin siyasi yönetimine yönelik yazılan başka iki eser bulur: “ulaşılmaz, keçi ayağının bile basamadığı yer” ve “kanımız boşa mı aktı”. Şiirler insanları isyanı teşvik ediyormuş. Günümüzde basılmış bir şiir kitabı vardır: Hapishaneden şiirler. Şiirlerden bazıları okunan gecede, tüm katılımcılar Nuri Adalı’nın kişiliği yanında, çile ve acı dolu, bazen hayal kırıklığı, bazen de umutların filizlendiği satırlarından çok etkilendi.

DELİ

Dokunma diyorlar, suya sabuna.
Bakma etrafına, gir sen kabına.
Başkaları için ağlayan gözler,
Her yerde tüm hakkı savunan sözler,
Yıldırım kesilir üstüne döner.
Bu zulmette bakma olmaya fener!
Fırtınalar kopar hep söndürürler,
Hakkı haykıranı her an döğerler.
Az mı dayak yedik bu yüzden gafil?
Bir ömür boyu hep sen kaldın cahil!
Aç gözünü artık yeter bu uyku,
Ara şu felekte sakin bir kuytu!
Gizlice orada ör çorabını.
Yeter artık kapat şu HAK babını!
O yoldan gidenler hep harap oldu.
Yaz bile gelmeden gülleri soldu.
Nasibini al sen cennet dünyadan,
Yeter bahsetme şu bomboş hülyadan.
Hayaller, emeller hem çoktan öldü,
Senden evvel kabre onlar gömüldü!
Aldandın, aldattın sen etrafını,
Kederle doldurdun her tarafını.
Yakınlara miras kaldı kederler,
Hakkı savunana “bir deli” derler
Ko deli kalayım değilim pişman,
Bence delilerde kalmıştır iman.
Ne kadar istesem olamam VELİ,
Vahşi kalmaktan olayım deli…

BNR

Read More →

Murat Ağa

3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos (Yeşilköy ) Antlaşması imzalandı. Çok ağır şartları olan bu antlaşmaya göre, tüm Rumeli tanınmayacak şekilde parçalanıyor, geriye kalan Osmanlı topraklarının birbirleriyle bağlantısı dahi kesiliyordu. Bu anlaşmaya göre, Adriatik Denizi, Karadeniz ve Tuna nehri arasında Büyük Bulgaristan devleti kuruluyordu.

 

Ayrıca Karadağ ve Sırbistan, topraklarını genişleterek tam bağımsızlıklarına kavuştular. Doğuda bazı vilayetler Ruslara bırakıldı ve Ruslara ayrıca 300 milyon Ruble altın savaş tazminatı ödenmesine karar verilmişti.İşte Batı Trakya ve Rodoplarda yaşayan Türkler bu anlaşmayı kabul etmeyerek, ayaklandılar ve Ruslara karşı kurtuluş savaşına başladılar. Rodopları Çirmen kasabası merkez olmak üzere, bir hükümet kurdular. Hidayet Paşa, Timirski Ahmet Ağa, Hacı İsmail Efendi, Kara Yusuf, Kırcaali’li Abdullah Efendi, Hacı Mümin, Hacı Halil, Halil Efendi ve Ali Ağa bu Rodop – Batı Trakya Devleti’nin kurucuları idiler. Bu hükümet 1886 yılına kadar devam etti.

 

5 Nisan 1886’da Büyük Devletlerle Osmanlı Devleti arasında bir antlaşma yapıldı. Fakat bu antlaşma ile Rodoplar (Doğu Rumeli ) Bulgaristana veriliyor, Batı Trakya ise Osmanlı sınırları içinde kalıyordu. Bu antlaşma sonucunda Rodop – Batı Trakya Türk Devleti Osmanlılar tarafından Büyük Devletlerin baskısıyla yıkılıyordu.Bilindiği gibi Batı Trakya Türkleri bilhassa Kırcaali sancağı, 1877-78 yani 93 Harbi diye bilinen Osmanlı – Rus Savaşında büyük fedakarlıklarda bulunmuşlardı. Bu savaşta Tuna nehrini kolayca aşan Rus orduları, Bulgarların işbirliği ile Hasköy ve Kırcaali dağları üzerinden Batı Trakyaya doğru yürümeye başlamıştı. Fakat Ruslar, Kırcaali bölgesinde Kilise Kuleyakası mevkiinde ummadıkları bir Türk direnişi ile karşılaştılar.

 

Burada Ruslara karşı direnen Osmanlı Ordusu değil, bizzat Kırcaali Türk halkının kendisi idi.Kırcaali’nin Fındıcak köyünden Murat Ağa, Koca Balkan’ın Şipka geçidinde Bulgar ve Ruslara karşı savaşanlar arasında idi. Süleyman Paşa, savaş meydanına giderken, Kırcaaliden geçmiş ve götüremediği, fazla silah ile cephanesini buraya bırakmıştı. Murat Ağa da Kırcaalili olduğu için bu silah ve cephanenin yerini biliyordu. Bulgarların Kırcaaliyi Bulgaristana ilhak etmek için saldırdıklarını işiten Murat Ağa, yanına aldığı Rodoplu delikanlılar ile Rusların ve Bulgarların ilerledikleri geçit noktalarını tuttu. Rusların hiç önem vermedikleri ve asker kaçağı zannettikleri bu vatanseverler, bu çatışmada Rusları iki ateş altına alarak boğaza giren Ruslar’dan bir tanesini bile sağ bırakmadı.Fındıcaklı Murat Ağa, Kırcaali’nin Türk olan bütün köylerine adamlar göndererek Yunus oğullarında İsmail Ağa, Halil Ağa komutasında Ahi Çelebi, Mestanlı ve civarından 1000 kadar silahlı gönüllü Rodoplu koşup geldiler.

 

Türk halkı ile Rus ordusu arasında müthiş bir savaş başladı. Rus general Hersikof komutasındaki Rus Piyade Alayı ve bir Kazak alayı, 4 batarya toplu taaruza geçtiler. Bir Alay haline getirilmiş Bulgar çeteleri de Ruslara yardım ediyordu. Murat Ağa’nın kendi kuvetleri, Boğaz’ın doğal müstahkem mevkiileri olan her iki yanı da tutmuşlardı. Murat Ağa’nın birliklerinin topları yoktu ama, Kilise Kule boğazı yanından Arda nehri boyuna yayılarak Rodop Türklerini arkadan sarmak isteyen Bulgarların bu niyetini anlayacak bir komutan özelliği vardı. Murat Ağa, daha önceden davrandı ve Bulgarları içeri çekti ve hepsini bire varıncaya kadar kırdı. Buradan hiçbir Bulgar çetecisi kurtulamadı. Murat Ağa kendi yönetimindeki 354 köyde bir idare kurarak, nufus başına mısır unu, kurutulmuş yoğurt, keçi pastırması, mekkare katırı topladı.

 

Rodoplu Türk kadın ve kızları ise, ekmek yoğuruyor, gazilere yiyecek hazırlıyor ve insanların yürüyemediği sarp patika yollardan yedeklerindeki katırlarla Rodoplu Türk askerlerine yiyecek taşıyorlardı.Ruslar şiddetli top ateşi ile Rodoplu mücahitlerin gözünü yıldırmak istediler. Fakat düşen top mermileri, yalçın taşlarda parçalanıyor, taş kovuklarda elinde martin tüfeği olan Rodoplu Türk mücahitler, Rusları bir adım bile ileri attırmıyordu. Üstelik de hiç birinin burnu bile kanamıyordu.Genaral Hersikof yine hücüm emri verdi. Bu dar boğazdan giren Rus askerleri üzerine öyle şiddetli bir ateş açılmıştı ki, yalçın kayalardan yağan bir cehennem ateşi bütün Rus taburlarını perişan ediyordu.

 

Bütün Rus askerleri Rodoplu Türk mücahitlerin önünden kaçmaya başlamıştı. Ruslar ve Bulgarlar çok üzgündü. Rodop – Batı Trakya’nın dağ kolu asla düşman istilası görmemişti. Onlar vatanlarını savunmakta kararlı idiler.Bunun üzerine Rus generali Hersikof, Murat Ağa’ya haber gönderdi. Kendisi ile görüşmek istiyordu. Murat Ağa, elinde martin tüfeği ile bir katırın sırtında, yalnız başına Rus generali Hersikof’un karargahına gitti. General Hersikof, bütün askerlerine bu kahramanı selam ile karşılamalarını emretti. Murat Ağa ile Rus generali görüştüler. Murat Ağa, Rodop ve Batı Trakya Dağlarından bir karış toprağı kendilerine teslim etmeyeceğini kati olarak belirtti.

 

Rodoplar ve Batı Trakya böylece kurtulmuştu. Berlin’de toplanan kongre Osmanlı İmparatorluğunu parça parça ederken, Kırcaali sancağını da Bulgaristan Prensliğine dahil ediyordu. Kağıt üstünde yapılan bu anlaşma üzerine iki Bulgar taburu Kırcaali’ye geldi. Bu Bulgar kuvvetinin Kırcaali’ye geldiğini duyan Murat Ağa, yine ayağa kalktı ve şunları söyledi : Ben kızanları göreve çağırdım. Kırcaali’yi teslim almaya gelen Bulgar askerlerinin tüfeklerini ellerinden aldım.

 

Memurlarının hepsini geri gönderdim. Ve Kırcaali’de kendi başımıza hükümet kurduk. Bu hükümet 1886 yılına kadar devam etti. Ve biz bu zaman zarfından bağımsız bir idare altında yaşadıktan sonra Osmanlı devletine ilhak olduk.Kırcaali’nin Osmanlı topraklarına tekrar ilhakından sonra, Sadrazam methiyeyi duyduğu Murat Ağa’yı Sultan II. Abdülhamit’in huzuruna çıkarttı. Padişah, Murat Ağayı ödüllendirmek için ne istediğini sordu. Murat Ağa, sınır boyunda zaptiye çavuşu olmak istediğini söyler.

 

İçindeki vatan aşkı ona bunu söyletir. Ve o ölünceye kadar, Mahmutlu köyünde Bulgar sınır boyunda zaptiye çavuşu olarak görev yaptı.  Hiç bu vatansever halkın tarihte Türk ülkesine yapmış olduğu fedakarlıklar unutulabilir mi ? İşte bu ayni halk, Eşref Kuşcubaşı’nın yapmış olduğu Edirne ötesi harekata da canla başla destek vermiş ve BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİNİ’nin kurulmasında öncü olmuştu. Fakat ne yazık ki, savaşta kazandığımız Batı Trakya ve Rodopları barış masasında Cemal Bey (Paşa)’ in kısır görüşü yüzünden kaybettik.Bu topraklar ve burada yaşayan Türkler hala bu basiretsizliğin veya ihanetin acısını çekiyorlar…

 

 

 

Kaynakça : Balkan Savaşı ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti – Ali Balkan Metel

Read More →