BALKANLAR

Yıl 1944. Batıdan Amerikan, İngiliz; doğudan Sovyet ordularının ilerleyişi, düşen Berlin, biten İkinci Dünya Savaşı ve başlayan yeni bir dönem.

 

Yalta’da bir araya gelen galipler, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirirler, kısaca paylaşırlar. Evet, Yalta’da bir araya gelen Stalin, Roosvelt ve Churchil dünyayı, doğu batı olmak üzere iki kutba bölerler. Yugoslavya tampon bölgede kalır. İngiltere’nin etki alanına bırakılan Yunanistan’da ise durum belirsizdir. Çünkü bu ülkede 2. Dünya Savaşı sırasında başlayan ve 1945’te Varkiza Anlaşmasıyla sona eren iç savaş, iki yıllık bir aradan sonra 1947’den itibaren yeniden başlamıştır. Öncekinden çok daha kanlı olan bu iç savaş esnasında çok sayıda köy yakılır, binlerce sivil ölür. Bu, Yunanistan’ın ve bir ölçüde de Türkiye’nin kaderini belirleyecek bir savaştır.

Yunan İç Savaşı’ndan en olumsuz etkilenen kesimlerden biri de Türkler olur. Çünkü, hükümet güçleriyle komünist gerillalar arasındaki sıcak savaşın yaşandığı bölgelerden biri de, Türklerin de yoğun olarak bulunduğu Rodoplardır. Dolayısıyla, ister hükümet ister gerilla güçleri olsun, hepsinin sıkıştıklarında başvurdukları ya da herhangi bir olayda suçladıkları insanlar, bu bölgede yerleşik bulunan Türkler olur. Özellikle Türklerin çeteci dediği gerilla güçleri, beslenme sorunun çözümü için bu insanların elindeki gıda stoklarına başvururlar. Zaman gelir bunlara zorla el koyarlar. Fakat yaşanan sıkıntılar bununla da sınırlı kalmaz. Gerilla güçleri, zaman zaman belirli faaliyetlerin yerine getirilmesinde Türk gençlerine başvururlar. Bazı geri hizmetlerinin yerine getirilmesi için onları zorla alıkoyarlar. Baskılar katlanılmaz hale gelir. Bu nedenle, çok sayıda insan savaşın sürdüğü Rodoplardan, büyük şehirlere ve Türkiye’ye göç eder. Oysa bu dönemde kitlesel göçlerin beklendiği ülkeler, rejim değişikliğinin sancılarının yaşandığı Bulgaristan ve Yugoslavya’dır. Fakat gerçekleşen, beklenenin tam tersinedir. Bulgaristan’dan yaklaşık 5 bin kadar kişinin göç etmek zorunda kaldığı bu dönemde en fazla göç Yunanistan’dan meydana gelir. Bazı iddialara göre, iç savaşın sürdüğü 1947-49 yılları arasında, yaklaşık 25 bin kişi Yunanistan’ı terk etmek zorunda kalmıştır. Hükümet güçlerinin galip gelip iç savaşın bitmesi de sonucu değiştirmez. Çünkü göçü yaratan baskıcı ve ayırımcı koşullar, bölgede, “Olağanüstü Hal”in kalktığı 2000’li yıllara kadar devam edecektir.

Yunanistan’ın iç savaşla boğuştuğu ve Türkiye’ye göçlerin sürdüğü bir dönemde Bulgaristan’da ve Yugoslavya’da ise rejim değişikliğinin sancıları yaşanmaktadır. Fakat ister Yugoslavya’da isterse Bulgaristan’da olsun iktidara gelen komünist partilerin ve müttefiklerinin ilk hedefi, sosyalizmin kurulmasından, yerleştirilmesinden çok azınlık sorununun ortadan kaldırılmasına yönelik olur. O kadar ki, Komünist Partisinin önde gelen yöneticilerinden olan Vaso Çubriloviç’in, 1944 yılında iktidara geldiklerinin hemen ertesinde gündeme taşıdığı önemli konuların başında azınlık sorunu gelmektedirir. İktidarı başka partilerle paylaşan Bulgaristan’da ise, azınlık sorununun gündeme getirilmesi ancak 1946 yılında olur. Her iki ülkede de azınlık hakları ile Marksizmin önemli ilkelerinden olan “halkların kendi kaderini tayin hakkı” hiç gündeme getirilmez. Getirenlerse, proletarya diktatörlüğüne, sınıf mücadelesine zarar verme, kapitalizmin işbirlikçisi olma adına tasfiye edilirler. Azınlık üzerinde doğrudan veya dolaylı baskı ve yıldırma politikaları sonuna kadar kullanılır. Sosyalizmin inşası sürecindeki kültürel, ekonomik, sosyal reformlar zaman zaman amacı dışına çıkılarak; bazen merkez bazen de yerel yöneticiler tarafından, azınlığın tasfiyesinde, kısaca zorla göç ettirilmesinde kullanılır. Bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda en iyi kullanan politikacı usta, zeki, akıllı ve karizmatik bir lider olan Tito olur. Durumu kendi lehine çevirebilmek için çok usta bir denge politikası izler. Bazen doğuya, bazen batıya yaklaşarak, her iki tarafı da amacına ulaşana kadar birbirine karşı kullanır.

Bulgaristan’da 1944’te Sovyet ordularının desteği ile sağlanan rejim değişikliğiyle, ilk başlarda büyük bir toplumsal heyecan ve özgürlük ortamı yaşanır. Fakat bu, kısa sürer. Çünkü Komünist Partisi derdi, soyalizmin iktidarından çok kendi mutlak iktidarını sağlamadır.

1946 yılına gelindiğinde parti, bu konuda önemli mesafe kaydeder. Aslında 1946 yılı hem yeni rejim hem de Bulgaristan açısından önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıldır. Moskova’da bulunan Dimitrov, ülkeye geri dönmüş; 10 Eylül’de yapılan bir refarandumla Bulgaristan, cumhuriyet olmuş; 27 Ekim’de gerçekleştirilen seçimlerden gücünü her geçen gün artıran Komünist Parti’si, birinci olarak çıkmış ve ülke çapında kontrolü ele geçirmiştir. Artık tek doğru ve mutlak güç partidir. Bunun etkileri kısa sürede görülür. Meydana gelen parti diktatörlüğünde toplumdan istenen tek şey, sadece ve sadece alınan kararlara uyması, verilen emirlere itaat etmesidir. Bu süreçte Türklerden ve Müslümanlardan beklenen de bundan başka bir şey değildir. Bu nedenledir ki, Sofya, 27-28 Aralık 1944’de toplanan Bulgaristan Türkleri Vatan Cephesi Komiteleri tarafından dile getirilen eğitim, vakıf ve dini talepleri dikkate almaz. Bunun yerine kendi politikalarını uygulamaya koyar. Bulgar Meclisi yani Sobraniye, 27 Eylül 1946 tarihli oturumunda, ikili ve uluslararası anlaşmalarla özel statüde bulunan Türk okullarını, diğer azınlık okullarıyla birlikte devletleştirir. 1990’dan meydana gelen rejim değişikliğinden sonra, bazı azınlık okullarının yeniden açılır. Fakat Türk okulları açısından değişen herhangi birşey yoktur. Hala kapalıdırlar ve yakın gelecekte de bu durumun değişeceğine dair bir işaret görünmemektedir.

Yeni rejimle birlikte hayata geçen uygulamalar sadece eğitimle sınırlı kalmaz. Kültürel yaşam da yeni değerlere göre yeniden oluşturulur, biçimlendirilir. Türklerin ve Müslümanların geleneksel sosyal, kültürel ve konomik yaşamları kırılır, parçalanır. Artık özel dünyaları, kısaca yaşadıkları o kapalı dünya artık yoktur. İnsanlar şimdi hiç de alışık olmadıkları bir ortamın içindedirler ve sözün özü huzursuzdurlar.

1947’ye gelindiğinde komünist partisi iktidarını sağlamlaştırma konusunda önemli mesafe kaydetmiş, ayakları yere daha sağlam basmaya başlamıştır. Fakat tüm bu gelişmelere karşın Sofya açısından hala tehdit olarak görülen bazı konular bulunmaktadır. Bunların başında da Türklerin ve Müslümanların bazı bölgelerde nüfusun çoğunluğunu oluşturması gelmektedir. Dimitrov’un da daha Moskava’dayken çözümlenmesini istediği bu konuyla ilgili olarak en fazla rahatsızlık duyulan bölge, Yunanistan sınırında yer alan ve Türkiye’ye oldukça yakın bulunan Rodoplardır.

Konu, Sofya açısından acil olmasına acildir. Fakat gündeme getirilmesi ancak 4 Ocak 1948’de olur. Konu, bu tarihte toplanan parti merkez komitesinin geniş oturumunda ele alınır, tartışılır ve karara bağlanır. Buna göre Rodoplardaki Türkler ve Müsümanlar ya Türkiye’ye göç ettirilecek ya da Bulgaristan’ın iç bölgelerine gönderilecektir. Öyle de olur. 1948 ile 1950 yılları arasında çıkarılan 15, 16, 17 nolu hükümet kararnameleriyle karar uygulanır. Yaklaşık 2100 civarındaki aile Bulgaristan’ın iç kesimlerine zorla göç ettirilir.

Yeni yönetimin bununla yapmaya çalıştığı sadece, zorla göç ettirilen yaklaşık 2100 civarındaki aileyi cezalandırmak ve onların gözünün korkutmak değildir. Bu yolla yapılmak istenen, Türklerin ve Müslümanların hepsine birden gözdağı vermek ve onları sindirmektir. Kısaca Sofya yönetiminin asıl amacı, Anadolu Türklerinden farklı düşünen, farklı hisseden; Türkiye ile olan bağlarını kopartmış ve yüzünü Sofya’ya çevirmiş bulunan bir Bulgaristan Türklüğü yaratmak ya da onu ülkeden gitmeye zorlamaktır. Niyetin bu olduğu, daha Tito’nun 1947 yılının Aralık ayında Bulgaristan’ı ziyareti esnasında Dimitrov’un Şumnu’da yaptığı konuşmada açıkça görülmektedir:

Dimitrov: “Bölgenizde, sayıca kalabalık olan Türk ahalisi yaşamaktadır. Slav olmayan bu ahali, Halk Cumhuriyeti Bulgaristan’ın inşaatında yer almakta ve tam bir hak eşitliğine sahip bulunmaktadır. Bize göre Türk ahalimizin gözleri, İstanbul ve Ankara’ya doğru değil Sofya’ya ve Belgrad’a doğru dikilmelidir. Aramızda yaşayan bu azınlıkların içinde ve bilhassa Türklerde, Bulgar milletinin düşmanlarının ajanlarını görmek istemiyoruz.” (Yeni Işık 15 Aralık 1947 No:65)

Dimitrov’un konuşması, Bulgar olmayanları Bulgar olanların gözünde potansiyel bir suçlu konumuna getirir. İki yıldır uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel politikaların üstüne gelen bu konuşma Türklerde ve Müslümanlarda var olan korku, şüphe, tansiyon, tedirginliğinn daha da artmasına neden olur. Çünkü yaklaşık 15 yıl önce yine benzeri bir hedef gösterme sonucu saldırılara uğramışlar, dövülmüşler, öldürülmüşler ve Türkiye’ye sürülmüşlerdir.

1949’a gelindiğinde Türklerde var olan korku, şüphe, tansiyon, tedirginlik tepe noktasına ulaşır. Yapılan reformla bütün topraklar, TKZS adı altında kollektifleştirilir. Bundan hem Bulgarlar hem Türkler etkilenir. Fakat büyük çoğunluğunun geçim kaynağı toprak olan ve ikili anlaşmalarla hakları ayrıca düzenlenen Türkler ve Müslümanlar için bu durumdan çok daha yıkıcı olur. Tek ve en büyük zenginlikleri olan toprak ellerinden alınınca birden, sıradan, fakir birer insan haline gelirler. Askere işçi asker olarak alınma ise olayın tuzu biberi olur. Tüm bu gelişmeler Türklerde ve Müslümanlarda, yeni rejimin kendilerine yönelik gizli amaçları olduğu konusunda sahip oldukları şüphenin inanca dönüşmesine yol açar. Artık düşünülen tek şey, bunların niyeti kötü, en iyisi bir an evvel anavatana gitmektir. Aynı yıl Türkiye’nin NATO’ya yani batı blokunun yer aldığı Kuzey Atlantik İttifakına katılması gelişmeleri daha da hızlandırır. Çünkü Sofya yönetimi göre, Türkiye’nin 5. kolu olan Türkler ki, Sofya’nın onlara bakışı budur, artık tehlike olmaktan çıkmış tehdite dönüşmüştür. Baskılar daha da artar. Kısa sürede yüzbinlerce Türk, Türkiye Cumhuriyeti temsilciliklerinin önüne yığılır.

Aslında Türklerde, anavatana ilk göç başvuruları, daha 1947 yılında ortaya çıkmaya başlamıştır. Çünkü o yıl uygulamaya başlanan ve mülkiyet ilişkilerini değiştirmeyi amaçlayan mali, ekonomik politikalar ve bu politikalara ek olarak konan ağır vergiler, çok sayıda işyerinin kapanmasına yol açmıştır. Mülkiyet ilişkilerini değiştirerek olası bütün muhalefeti yok etme politikası sadece sanayi ve ticaretle sınırlı kalmamıştır. Aynı politikalar tarımda da uygulanmıştır. Örneğin, ürünün bir bölümünün devlete verilmesi zorunluluğu getirilmiştir. Bu uygulamadan en çok büyük toprak sahipleri etkilenmiştir. Özellikle de Türkler ve Müslümanlar. Artık bu insanların ekonomik ve ticari faaliyetlerini sürdürme olanakları yoktur. Dahası, yaşamlarını sürdürebilecekleri başka araçlara da sahip değillerdir. Çünkü işsizliğin, yoksulluğun ve de yokluğun kol gezdiği bir ortamda onların, Bulgar tüccar ve büyük toprak sahiplari gibi memur olma şansları da pek bulunmamaktadır. Artık sıradan birer insan haline gelen zengin ve önder Türkler için tek bir seçenek kalmıştır: Anavatana göç etmek.

Toplumun önde gelenlerinin göç etmesi sıradan Türklerde şüphe, huzursuzluk ve göç arzusunun bir çığ gibi büyümesine yol açar. Bu duygu yoğunluğu içinde Türkler, 1947-48 yıllarında göç için Türk temsilciliklerine başvurmaya başlar. Her Türk köyü birer dilekçe hazırlar. Bu dilekçeler Türk Büyükelçiliği ve konsolosluklarına verilir. Doğrudan Türkiye’deki yetkililere gönderilenler de olur.

Ekonominin sıkıntıya girmesinden çekinen Bulgaristan, Türklerin göç etme talebine ilkin olumlu bakmaz. Bu nedenle, 1947-49 yılları arasında meydana gelen göç talebinin ancak çok az bir kısmının gerçekleşmesine izin verir. Ayrıca o dönemde talebin tamamına olumlu yanıt verse de sonuç değişmeyecektir. Çünkü, Türk temsilciliklerinde bulunan eleman sayısı da bu talebi karşılamaya yetmemektedir.

Türk temsilciliklerinin önünde meydana gelen kuyruklar, Bulgaristan’da yaşanan sıkıntıya paralel olarak her geçen gün artar. Özellikle 1949’da toprakların kolektifleştirilmesiyle bu durum, Sofya yönetimini huzursuz edecek noktaya gelir. Fakat yeni rejim, Türklerin göçüne izin verip vermeme konusunda kararsızdır. Yöneticiler öncelikle, Moskova’nın görüşlerini öğrenmek istemektedir. Bu amaçla Stalin ile görüşmek ve yardımlarını almak için Moskova’ya bir ekip gönderilir. Vılko Çervenkov, Georgi Demyanov ve Anton Yugov’tan oluşan 3 kişilik heyet ile Stalin arasındaki görüşme 29 Temmuz 1949 tarihinde Kremlin´de gerçekleşir. İlk sözü Çervenkov alır.

Çervenkov: Bir süredir Türkler kıpırdanmaya başladı. Türkiye´ye göç etmek istiyorlar. Dışarıdan da destek alıyorlar. Ancak bu insanların büyük bir bölümü iyi tütün üreticileri. Gitmelerine izin verirsek
tütün üretimimiz yok olur.

Stalin : Türkiye onları kabul edecek mi?

Yugov : Şüpheliyiz… Etmeyebilir de.

Stalin : Peki, Türkiye sınırınızı rahatsız ediyor mu? Herhangi bir hareketlilik var mı?

Yugov : Hayır, ama basında Bulgaristan aleyhine kampanyalar sürdürüyorlar.

Stalin : Bunu özellikle Amerika istiyordur onun için yapıyorlardır.
Çervenkov : Gerçekten zor durumdayız. Lütfen biraz yardım edin!

Stalin : Yardım ederim ama elinizi çabuk tutmalısınız. Tütün o kadar önemli değil. Siz onları göçe zorlayın!

Yugov : Bunu sonbahara kadar yapabiliriz.
Fakat bu kadar beklenilmez. Moskova´da yapılan görüşmeden yaklaşık 1 ay sonra, 10 Ağustos 1950’de, Sofya yönetimi, Türkiye’ye, 250 bin kişiyi göçmen olarak kabul etmesi için nota verir. Ayrıca Türkleri, göçe zorlayıcı politikaları başlatır. Verilen karşılıklı notalar sorunu çözmez. Sınır bir açılıp bir kapatılarak göç olgusu düzensiz bir şekilde sürer. Yine de bu süreç sonunda 159.393 kişi Türkiye’ye göç eder. Bunun 52 bin 185’i 1950, 102 bin 208’i de 1951 yılında gerçekleşir. Geriye kalan 5 bin kişinin göçü ise 1947-49 yılları arasında meydana gelmiştir.

Prof. Dr. Oral Sander’e göre Bulgaristan’dan gerçekleşen göçlerin iki nedeni bulunmaktadır. Birinci neden, Bulgaristan’ın 250 bin Türkü göndererek azınlık sorununu çözme isteğidir. İkinci neden ise, 10 Ağustos 1950’de Kore savaşına asker göndereceğini açıklayan Türkiye’yi, ilave ekonomik harcamalara ve güvenlik endişelerine sokarak köşeye sıkıştırmaktır. Sander’e göre bu yolla hem batı yanlısı DP’nin zor durumda bırakılması hem de komünist devrimin sosyo-ekonomik altyapısı hazırlanması amaçlanmıştır. (593-Oral Sander, a.g.e., s.190)

1949-50 göçlerinin, daha doğru bir deyişle 1949-50 zorunlu göçünün temelinde yatan asıl nedenlerden biri belki de, Bulgaristan’daki Türklerin ve Müslümanların nüfusunun hızlı artışıdır. O kadar ki, 1940 yılında 640 bin olan Türklerin sayısı, 1949’a gelindiğinde 210 bin artışla 850 bine ulaşmıştır. Üstelik İkinci Dünya Savaşında 20 bin kişi, Türkiye’ye göç etmişken. Aslında Sofya yönetiminin, başta hangi rejim olursa olsun, Türk nüfusunun toplam nüfusa oranı %10’u geçtiğinde, onları göçe zorladığı pek çok bilim adamının kabul ettiği bir gerçektir. Prof. Dr. Cengiz Hakov’a göre Bulgaristan’ın en büyük korkusu Türk nüfusun 1 milyonun üzerine çıkmasıdır. Hakov, bu sınır aşıldığında Sofya yönetiminin, göç ettirme kampanyasına başvurduğunu belirtmektedir.
Göç ettirerek Türk azınlık sorununun çözülemeyeceğini anlayan Sofya yönetimi, 1951 yılının sonuna bu konuda ani bir değişikliğe gider. 30 Kasım 1951’de yayımladığı bir bildiri ile Türkiye’ye göçü, kesin olarak durdurduğunu açıklar. Bazı bilim adamlarına göre bu kararın alınmasındaki en önemli etken, batı ve üçüncü dünya ülkeleri kamuoylarında halk cumhuriyetleri aleyhine oluşan olumsuz havanın önüne geçmektir. Cengiz Hakov’a göre ise bu kararın arkasında, belki de yine aynı kaygı, duygu ve düşüncelerle, Moskova bulunmaktadır. Hakov’a göre Stalin, Prof. Dr. Mustafa Ayhan başkanlığında Azerilerden oluşan bir heyeti, göçün durdurulması talimatını Sofya’ya; Çervenkov’a iletmek üzere, Bulgaristan’a göndermiştir. Fakat Stalin’in asıl niyeti başkadır.

Başlayan çok farklı ve yeni bir dönemdir. Artık göç kelimesini ağıza almak bile hapse girme nedenidir. 1952-56 yıllarını kapsayan bu yeni dönemde birbiri ardına Türk okulları, enstitüleri açılır. Sportif, kültürel ve sanatsal çalışmalar başlatılır; folklor, tiyatro ekipleri oluşturulur. Azerbaycan’dan Türklerin eğitimi için hocalar getirtilir. Aynı zamanda Azerbaycan’a da Türk öğrenciler gönderilir. Stalin’in, talimatını iletmek üzere, neden Azerilerden oluşan bir heyeti Bulgaristan’a gönderdiği böylece anlaşılmış olur. Kısaca, Stalin, belirlediği yeni eğitim, kültür ve ideoloji politikalarını uygulayacak en uygun kesim Azeriler yani bir başka deyişle Azerbaycan Türkleri olduğu için bu seçimi yapmıştır.
Belirlenen amaca büyük oranda ulaşılır. Sistemle, rejimle barışık aydınlar yetiştirilir. Fakat bunların büyük çoğunluğu aynı zamanda ulusal bilince erişmiş insanlardır. Üstelik özgüvenleri düne göre çok daha artmıştır. Daha da önemlisi sahip oldukları siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hakların bilincinde olup bunu istemeye de başlamışlardır. Üstelik yüksek doğurganlık ve sağlık koşullarında meydana gelen iyileşmeler sonucu nüfusları daha da hızlı artmaktadır. Bu ise ufukta yeniden kara bulutların toplanması yani göçün belirtilerinin görülmeye başlanması demektir.

Bulgaristan’da bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, Yugoslavya’da ise 1953’te başlayan göçlerin neredeyse sonuna gelinmiştir. Oysa bu ülkede de göçün temelleri İkinci Dünya Savaşı’nın hemen bitiminde, 1944 yılında atılmıştır.

Sosyalizmin kuruluş sürecinde; daha doğru bir deyişle komünist partinin iktidarını pekiştirme sürecinde yaşananlar, Yugoslavya’da da, Bulgaristan’dan pek farklı değildir. Burada da yeni rejimin yerleştirilmesi zora dayalı olmuştur.

Bu konudaki ilk uygulama, 21 Kasım 1944’te üretim araçlarının mülkiyetinin değiştirilmesi şeklinde olur. Çıkarılan bir genelgeyle, başta faşistler olmak üzere, nazilerle işbirliği yapanların ve savaş suçlularının mallarına el konur. Böylece ülke sanayiinin %55’ini oluşturan tesisler devletleştirilir. Fakat yapılanlar bu kadarla da sınırlı kalmaz. Ardından, getirilen yüksek vergilerle de küçük üreticiler devre dışı bırakılır. Artık ekonominin tamamen devletleştirilmesinin önündeki tek engel tarım sektörüdür. Bunun için fazla beklenilmez. 1945’de uygulamaya konan tarım ve mülkiyet reformuyla 35 hektar üzerindeki şahsi ve tüzel arazilerle üzerindeki her türlü tesis, üretim araçları toprağı olmayanlara dağıtılmak üzere kamulaştırılır. Ayrıca getirilen bir düzenlemeyle toprak çalışanın olur. Aslında tüm bunlar, kolonizasyon politikasıyla paralel götürülen uygulamalardır. Fakat bu uygulamalarından en çok Müslümanlar zarar görür. Çünkü ülkede en fazla toprağa sahip olan kesim onlardır.

Toprak ve Tarım Reformu Yasasındaki en büyük tehlike, yoruma açık bir maddenin yasada yer almasıdır. Müslümanlar için de büyük tehlike arzeden bu maddeye göre, mahkeme kararıyla işbirlikçiliği ve halk düşmanlığı saptanmış kişilerin arazilerine el konulabilecektir. Halk düşmanı kimdir, bunu kim belirleyecektir sorusu ise, yoruma açık, kişiden kişiye değişebilecek bir konudur. Çünkü azınlıklara yönelik sistematik bir baskı ve arındırma politikalarının demir bir elle yürütüldüğü ve hukuksuzluğun kol gezdiği bir ortamda işbirlikçiyi ya da halk düşmanını doğru bir şekilde belirlemek pek mümkün olmasa gerektir!

Yeni yönetimin tarımda sektöründe uygulaya koyduğu yıldırma ve tasfiye uygulamaları bu kadarla sınırlı kalmaz. Şimdi sırada acil ihtiyaç duyulan tarım ve gıda ürünlerinin devletin kendi saptadığı düşük fiyattan alması olan Otkup sistemi vardır. İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanlar tarafından uygulanan bu sistemin yeniden hayata geçirilmesi tarım kesimi üzerine yeni bir yük getirir. Zaten yoksul olan ve büyük bir kısmını Müslümanların oluşturduğu tarım kesimin daha da yoksullaşmasına yol açar. Kısaca Müslümanlar gelişmelerden rahatsızdır ve dahası huzursuzdurlar. Fakat yeni Yugoslavya’nın inşasında özellikle Müslümanlarda rahatsızlığa ve önyargıların oluşmasına yol açan en önemli uygulama 1946’da ortaya çıkar. Bu yıl yapılan yeni Anayasa ile çoğunluğun ve azınlığın sınırları belirlenir. Fakat bu, aynı zamanda yeni Yugosyavya’daki siyasi ve toplumsal sorunların da önemli oranda başlatıcısı olur. Çünkü, Tito’nun kendine manevra alanı sağlamak için yaptığı bu düzenlemeyle, Sırplara, Hırvatlara, Slovenlere, Karadağlılara ve Makedonlara; kısaca Slav kökenlilere millet statüsü verilir. Yani artık hepsi ayrı birer cumhuriyettir. Türkler, Arnavutlar ve diğer Müslümanlar için ise öngörülen milliyet, yani azınlık konumunda bulunmaktır. Oysa Nazi ordularına karşı verilen anti-faşist savaş sırasında bu mücadalede yer alan Müslüman kökenli partizanlara, Yugoslavya Komünist Partisi tarafından Kosova’ya Cumhuriyet statüsü sözü verilmiştir. Vaadlerin yerine getirilmemesi tepkilere yol açar ve Kosova’da isyanlar başlar. Fakat kısa sürede bastırılırlar. Sorunu kökten çözmek isteyen Belgrad, bununla yetinmez. Rankoviç yönetimindeki Halk Koruma Departmanı’nı, Kosova sorununu kökten çözmek amacıyla görevlendirir. Bu birim, savaş esnasında yapılandırılan katı ve acımasız polis gücünden yararlanılarak oluşturulan, Cumhuriyet ve federasyon yönetiminden bağımsız, sadece ve sadece Ulusal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı olan bir organdır. Kısaca devlet içinde devlettir.

Rankoviç göreve gelir gelmez, Kosova ve Voyvodina gibi kendince kritik olarak tanımladığı bölgelerde otoriter ve baskıcı bir yönetim kurar. İleride tehdit oluşturabileceğine inandığı azınlık ileri gelenlerini, faşistlerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle tutuklatır. Fakat sorunu temelden çözmek isteyen Rankoviç, bir adım daha atar ve Kosova’da emirlerinin tartışmasız uygulamasını sağlamak ve bölgeyi tam kontrol altına alabilmek için bürokrasiyi Sırplaştırma yoluna gider. Müslüman olanları bir şekilde görevden uzaklaştırır, yerlerine Sırpları getirir. 1948 yılı istatistiklerine göre, nüfusun yaklaşık %24’ünü meydana getiren Sırplar, devlet memurlarının %42’sini, emeklilerin ise %41’ini oluşturmaktadır. Rankoviç’in bilinçli ve kasıtlı politikalarıyla bu oranlar, ileriki yıllarda Sırplar lehine daha da artacaktır.

Alınan tüm önlemlere rağmen yeni rejimin sıkıntıları, darboğazları bir türlü bitmek bilmez. Uygulamaya konan ekonomik, sosyal ve kültürel politikalar beklenenenin tam aksine sonuçlar doğurur. Bir taraftan işsizlik ve yoksulluk artar, diğer taraftan da azınlıkların muhalefeti ve toplumsal hoşnutsuzluk yükselir. Sıkışan Belgrad yönetimi 1947’de, tüm sorunların çözümü, panzehiri olacağına inandığı 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı uygulamaya sokar. Bu arada azınlıklara da gözdağı vermek için harekete geçer. 1947 yılında Türklerin hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla kurulmuş bulunan Yücel teşkilatına yönelik bir operasyon gerçekleştirilir. Kurucuları ve yöneticileri arasında yer alan Şuayip Aziz, Ali Abdurrahman Ali, Nazmi Ömer Yakup ve Adem Ali Adem ile aktif üyelerden 11 kişi tutuklanır. Bundan sonraki aşama, yani mahkeme süreci, kanunun suç saydığı eylemlerin yargılanmasından çok, azınlık sorunun çözümüne bir bahane olarak kullanılmak üzere, Türk toplumunun yargılanmasına dönüşür. Mahkeme süreci, hoparlörle tüm Üsküp’e dinletilir. Sanıklara, kendilerini yeterince savunma hakkı bile verilmez. O kadar ki, bir dönemi ve büyük bir siyasi provakasyono aydınlatma iddiasındaki mahkeme, tüm bunları yaklaşık 5 gün süren yargılama sonucunda ortaya koyar. Teşkilatın kurucuları alel acele idama mahkum edilir. İnfazlar ancak 4 ay kadar sonra, uluslararası kamuoyundan bir tepki gelmeyince, 27 Şubat 1948’de gerçekleştirilir. Zaten kimsenin tepki göstereceği de yoktur. Bazı iddialara göre de bu operasyonun arkasında, Yugoslavya’yı, Moskova’nın etkisinden kurtarıp batı blokuna yakınlaşmasını sağlamak isteyen İngiltere vardır. Aslında bunda en büyük başarı belki de, Londra’nın bu düşüncesini, beklentisini ve dünyadaki gelişmeleri sağlıklı bir şekilde Yugoslavya’nın lehine yorumlayan ve denge politikası izleyerek üçüncü dünya hareketinin liderliğine oturmak isteyen Tito’nundur.

Neyse! Kısa süren bu yargılama sonucunda, yakalanan diğer 59 kişi de 1 ile 20 yıl arasında hapse mahkum edilir. Bu yargılama biçimi ve sonuçları, Türk toplumunun oradaki varlığını ve geleceğini sorgulaması açısından önemli bir süreç olur. Sosyalist Yugoslavya’nın inşasında reformlar sadece ekonomik ve siyasi alanlardaki uygulamalarla sınırlı kalmaz. Radikal ve devrimci bir dönüşüm yapmak isteyen yeni rejim, sosyal ve kültürel konularda da büyük reform uygulamalarına gider. Dinsel ve kültürel yaşama da el atar. Fakat burada da büyük bir çatışma söz konusudur. Çünkü bu değişimin neye ve kime göre yapılacağı yine yerel yöneticilerin keyfiyetine kalmıştır. Bu uygulamalardan Ortodoks kilisesi, turizm gerekçesiyle fazla rahatsız edilmez. Fakat özellikle Katoliklere ve Müslümanlara büyük kısıtlamalar getirilir. Katolik papazlar ve hocalar kovuşturmaya uğrar. Bu dinsel ayrımcılık, başta Hırvat ve Müslümanlar olmak üzere, Ortodoks olmayan diğer dinsel topluluklar içerisinde de huzursuzluk yaratır.

Aslında reformlar, tüm ülkenin modernleşmesini sağlamaya yönelik bir süreçtir. Fakat bazen yerel yönetimlerin keyfi tutumu, bazen de amaçladığı hedef, Müslüman toplumun yaşamını doğrudan ve derinden etkiler. Özellikle de kültürel değişimi öngören reformlar insanların yaşam biçimini ve değerlerini kökten değiştirir. Bazen uluslararası anlaşmalardan doğan haklarının dahi ellerinden alınması sonucunu doğurur. Örneğin, 1946’da İslami adalet mercileri kapatılır, mali kaynakları kesilir. Savaştan sonraki ilk 3-4 yıl boyunca Türkçe, eğitimden, kültürel faaliyetlerden ve edebiyattan çıkarılır. Dahası Türk öğretmenlere görev verilmez. Bazen Türkiye radyolarını dinleyenlerin göz altına alınması gibi aşırılıklara gidilir. Tarlalarda kadın erkek birlikte çalışmak zorunda bırakılır. 1947 yılında uygulamaya konan 1. Beş Yılık Kalkınma Planı daha ilk yılın sonunda belirlenen hedeflerden sapar. Üretim planlanandan çok düşük gerçekleşir. Ülkede huzursuzluk had safhadadır.

Belgrad yönetimi şaşkındır ve çaresizdir. Çünkü aynı anda hem iç hem de dış sorunlarla boğuşmak zorundadır. İçeride reformlara karşı ortaya çıkan direnişle mücadele ederken dışarıda da; bazı siyasi gelişmelere olan farklı bakış nedeniyle, Stalin ile kavga etmektedir.

Kavgadan geri adım atmayan Tito, 1948’deki Komintern toplantısından sonra Stalin ile olan bağlarını tümden koparır. Bu gelişme üzerine Yugoslavya, Sovyet-Arnavutluk çemberine alınır. Kosova’da isyanlar ve silahlı çatışmalar yoğunlaşır. Bu ise Stalin kontrolünde Büyük Arnavutluğun kurulması, Yugoslavya’nın parçalanması, Tito yönetiminin devrilmesi; kısaca Adriyatik’e kadar tüm bölgenin kesintisiz bir şekilde Moskova’nın etki alanına girmesi; Yunanistan’da biten iç savaşın yeniden başlaması, Türkiye’nin Moskova tarafından abluka altına alınması; yani Yunanistan ile Türkiye’nin batı blokundan tecrit edilmesi demektir. En azından, sonraki uygulamalar da göstermiştir ki, gelişmenin batı blokunca algılanışı böyledir.

Algılama böyle olunca çözüm de buna yönelik olur. Yugoslavya’yı rahatlatmak için gerilime neden olan ekonomik, sosyal, siyasal olayların ortadan kaldırılmasına çalışılır. Bu amaçla, Amerika ve İngiltere öncülüğünde yoğun bir ekonomik yardım sağlanır. Amaç Tito’yu ayakta tutmak ve batı blokuna daha fazla yakınlaştırmaktır. Fakat yapılan tüm yardımlara rağmen işsizlik ve azınlık sorunları ile üretim ve yatırımların yetersizliği Yugoslavya´daki siyasi ve ekonomik istikrar için hala büyü bir tehdittir. Dolayısıyla yapılan yardımların kısa sürede sonuç vermesi için içteki muhalefetin zayıflatılması, başka bir deyişle bu sonuçları doğuran nedenlerin bir an önce ortadan kaldırılması gerekmektedir. Çözüm, reformlara en büyük direnci gösteren kesimlerin, yani Müslümanların göç ettirilmesidir. Çünkü yeni rejimin kültürel reformlaına en büyük tepki, muhalefet, bundan en çok etkilenen Türkler ve Müslümanlardan gelmektedir. Yaşanan tüm huzursuzluklara, ekonomik darboğaza, siyasi karışıklıklara ve iktidarının tehlikeye uğramasına rağmen Tito, reformlar konusunda geri adım atmaz. Özellikle kültürel reformlara en büyük muhalefeti gösteren Türkleri ve Müslamanları yatıştırmak yerine daha da üzerlerine gidilir. 28 Eylül 1950 tarihinde çıkarılan kılık kıyafet reformu ile ferace giyilmesi yasaklanır. Sanki, amaç, çatışmanın ve huzursuzluğun daha da artmasıdır. Kurala uymayanlara ağır para cezaları getirilir. Günümüz açısından pek bir anlam ifade etmeyen bu uygulama, o dönemde Müslümanlar tarafından tepkiyle karşılanır. Hıristiyanlara benzetilmek isteniyor düşüncesiyle, her türlü hak ve özgürlüğün yasaklandığı, baskı altına alındığı bir dönemde protesto edilir ve yerel ayaklanmalar başlatılır. Fakat, bir sonuç elde edilemez.

Çünkü Moskova’nın gözden çıkardığı Tito’yu yanına çekmek; en azından tarafsız kalmasını sağlamak isteyen batı bloku Yücelciler’in yargılanmasında da olduğu gibi sesini çıkarmaz. Bu arada Türkler ve Müslümanlar akılları ve güçleri yettiğince dertlerine çare aramaktadır. Derinden gelen bir ses çareyi fısıldar ve “göç etmeli, bolluk ülkesi Türkiye’ye göç etmeli, gitmeli” der.

Oyun tutmuş ve Rankoviç’in demir eliyle sağlanmaya çalışılan politika amacına ulaşmıştır. Sovyetler Birliği tarafından kuşatılmaktan çekinen Türkiye de, hiç ihtiyacı olmadığı, dahası yurtdışına işçi gönderdiği bir dönemde göçü kabul etmek zorunda kalmıştır.

Göçlerin nedenleriyle ilgili olarak öne sürülen bir başka ilginç görüş ise, Türk iç siyasetindeki bazı beklentilerin bunda etkili olduğudur. Bu görüşün savunucularına göre, dönemin hükümeti, Soğuk Savaş’ta, Batı Blokunun politikalarını, görüşlerini haklı çıkarmak ve durumu iç politikada da siyasal malzeme olarak kullanmak için göçü desteklemiştir. Aslında göçün, Fuat Köprülü ile Adnan Menderes´in 13-18 Ekim 1952´de İngiltere´de yaptıkları görüşmelerin sonrasına rastlaması bu görüşü doğrular niteliktedir.

Nedeni ne olursa olsun sonuçta Ocak 1953’de göç görüşmelerine başlanır. Yapılan anlaşma sonucu aynı yılın sonuna doğru Yugoslavya’dan Türkiye’ye yönelik göçler başlar. Göçlerin yaşandığı, iki ülke arasında dostluk ilişkilerinin geliştirildiği bir dönemde Yugoslavya’da, Rankoviç’in demir eliyle, Müslümanlara yönelik yeni bir baskı politikası uygulamasına geçilir. Özellikle 1955 yılından itibaren, hem Enver Hoca ve Stalin destekli grupları zayıflatmak, hem de göç edenlerin sayısını artırmak amacıyla, Kosova’da sivillerden zorla silah toplanmasına başlanır.

Yaşanan tüm bu ve benzeri olaylardan sonra 1953-60 yılları arasında Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan insanların sayısı, konunun uzmanlarından Cevat Geray’a göre 172 bin 571’dir. Bu konuda aynı dönemle ilgili olarak T.C. Köy İşleri Bakanlığı’nın kayıtları ise 151 bin 889 olarak vermektedir. Yine bakanlığın göçlerle ilgili kayıtlarına göre 1953-1967 yılları arasını kapsayan dönemde gelenlerin sayısının ise 175 bin 392’dir. Aynı dönemle ilgili olarak Arnavut yazarlar ise 450 bin 821 rakamını vermektedir. Makedonyalı ünlü Türk araştırmacılardan Yusuf Hamzaoğlu’na göre 1952-1975 yılları arasında 296 bin kişi, Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. 1997 yılında ise rakam 350 bine ulaşmıştır.

Kısaca Türkiye, Cumhuriyetin ilanından 1960 yılına kadar 37 yıl kapsayan dönemde, 1 milyon 519 bin 368 göçmen kabul etmiştir. Bunun 1 milyon 204 bin 205’inin iskanı kayda alınmış, 315 bin 165’inin ise alınmamıştır. Bu sayının yaklaşık % 31’ini Bulgaristan, % 34’ünü Yunanistan, %23’sini Yugoslavya’dan ve %8’sini ise Romanya’dan gelenler oluşturmuştur.

1960’lara gelindiğinde Yugoslavya’dan kaynaklanan göçler durma noktasına gelmiştir. Fakat durma noktasına gelen sadece Yugoslavya göçleridir. Oysa Balkanlarda Türkiye’ye yönelik göçlerin yaşandığı daha nice ülke vardır. Bunlardan biri de Yunanistan’dır. Bu ülkeyle yapılan anlaşma gereği 1957-58 yılında çok az sayıda Batı Trakya Türkünün, Türkiye’ye göç etmesine izin verilir. Benzetme doğruysa, çorbanın köpüğü alınır.

1950’lerin sonuna doğru asıl büyük göç işaretleri Bulgaristan’dan gelmeye başlamıştır. Çünkü, Sofya, 1952-56 yılları arasında verdiği haklardan beklediği sonucu elde edememiştir. Dahası beklentinin tam tersi gelişme yaşanmıştır. Yetiştirilen sosyalist Türk aydınlar, Sofya’nın beklentilerine cevap vermekten çok kendi isteklerini ortaya koymaya, başka bir deyişle haklarını dile getirmeye başlamışlardır. Bu, Sofya yönetimi tarafından kabul edilebilecek bir gelişme değildir. İmdada Stalin’in ölümü yetişir. Bu kişinin ölümüyle birlikte yerine Kruşçev’in geçmesiyle, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde olduğu gibi diğer komünist partilerde de Stalinistler tasfiye edilir. Aynı zamanda Stalin tarafından dikte ettirilen politikalar da terkedilir.

Stalin’in ölümüyle birlikte Bulgaristan Komünist Partisi’nde de bir iktidar mücadelesi başlar. 1950’de Vasil Kolarov’un ölmesiyle, gücü eline geçiren katı Stalinist Vılko Çervenkov, 1953’te Stalinin ölümüyle güç kaybetmeye başlar. 1954’te parti birinci sekreterliğine Todor Jivkov’un getirilmesiyle, sadece başbakan olarak kalır. Bu durumu da 1956’da son bulur. Son bulan sadece Çervenkov yönetimi değildir. Çervenkov yönetimiyle birlikte, sosyalist Türk aydını yetiştirme projesi de ortadan kalkar. Okulları kapatılır, verilen tüm hakları geri alınır. Bundan sonra aslolan ideoloji değil reel durumdur, yani terminolojik tabiriyle reel-sosyalizmdir. Artık sınıf mücadelesi ve Marksizm sadece sözdedir. Halkların kendi kaderini tayin etme hakkı sözü sadece batı dünyası için kullanılır, Bulgaristan sınırları dahilinde adı bile edilmez.
Hakların gaspı konusunda ilk işaret, 1956 Nisan’ında BKP Merkez Komitesi’nin geniş oturumunda verilir. Yönetimi ele geçiren Todor Jivkov, burada, tek sosyalist devlet, tek sosyalist ulus tezini ortaya koyar. Ortam belirsizdir ve gergindir. Türkler gelişmelerden huzursuzdur ve beklemededir.

Suskunluk bazı yerlerde yerini örgütlenmeye bırakır. Bu alandaki ilk örgütlenme çabası 1957 yılında Mestanlı’ya yani Momçilgrad’a bağlı Çorbacılarda yani Çorbaciysko’da ortaya çıkar. Nuri Adalı, Haşim Vatansever ve daha birkaç cesur adam, kurdukları “Atatürk Derneği” ile toplumsal muhalefet yapmaya, Türkleri örgütlemeye çalışırlar. Gelişmelerden rahatsız olan Sofya, baskıyı iyice artırır. Derneğin çalışmaları çok kısa sürede açığa çıkarılır ve kurucuları tutuklanıp hapse atılır. Fakat bu uygulamalarda asıl dikkati çeken nokta, Sofya yönetiminin, Türk aydınları tasfiye etme konusundaki kararlılığıdır. Aslında, Türk ve Müslüman toplumun önderlerinin ve aydınlarının göç ettirilmesi, Osmanlı egemenliği son bulduktan sonra, bütün bölge ülkelerinin uyguladığı bir politika olarak günümüze kadar süregelmiştir.

Todor Jivkov yönetimindeki BKP Merkez Komitesi geniş oturumunda alınan kararlar ivedilikle ve ayrıcalıksız uygulanmaya konur. İşyerlerinde Türklerin 8’de 1 oranında olması ilkesine uyulmaz. 1949’da devletleştirlen fakat Türkçe eğitim vermeye devam eden Türk okulları, 1960’ta Bulgar okullarıyla birleştirilerek tamamen kapatılır. Türkçe eğitimi yasaklanır. 50 binde 3200 olması gereken üniversite mezunu Türk sayısı, olması gerekenden 20 kat daha az bir oranda tutulur. En önemlisi ise Türklerin, Bulgar kökenli oldukları tezlerinin işlenmesine başlanır. Kültürel ve dinsel baskılar artırılır, sünnet yasaklanır. Kısaca Sofya’nın asıl amacı Türkleri, gitmekle asimile olmak arasında bir tercihte bulunmaya zorlamaktır. Aslında Bulgaristan’ın bu kadar rahat davranabilmesinin temelinde, o dönemde Türkiye’nin, hem iç hem de dış siyasal sorunlarla uğraşmasının büyük rolü bulunmaktadır. Tüm enerjisini bu konulara harcayan Ankara’nın, Bulgaristan’daki gelişmelerle ilgilenecek hali yoktur. Bulgaristan da, Türkiye’de 1960 ihtilaline giden süreci ve Yunanistan ile Kıbrıs konusunda yaşanan sıkıntıları kendi lehine en iyi şekilde kullanarak, Türklere yönelik politikalarını çok rahat bir şekilde hayata geçirmiştir.

Sofya yönetiminin yeni politikalarından, baskılarından ve gelişmelerden rahatsız olan Türklerde, yeniden göç etme fikri oluşmaya başlar. 1963 yılından itibaren Türk temsilcilikleri, yeniden, göç etmek isteyen Türklerle dolup taşar. Göç dilekçesi verenlerin sayısı bir yıl içinde 54 bine, kısa bir süre sonra da 400 binlere ulaşır.

Asıl derdi, Türklerin toplam nüfusa oranını %10’un altında tutmak olan Sofya yönetimi, göç talebinin bu kadar artmasından rahatsızdır. Çünkü birden yüzbinlerce insanın gitmesi ülke ekonomisinde, özellikle de tarımda büyük sorunlara neden olabilecektir. O zaman yapılması gereken, kontrollü bir göçtür. Bu sayede hem asıl amaç olan Türklerin sayısının toplam nüfusun %10’unun altına çekilmesi hedefine ulaşılmış olacak, hem de ekonomik sıkıntıya düşülmeyecektir.

Bulgaristan ile Türkiye arasında göçün tekrar gündeme gelmesine neden olan gelişmelerden biri de parçalanmış aileler sorunudur. İki ülke arasında gerçekleşen 1950 göçlerinden sonra ailenin bir kısmı Bulgaristan’da kalmış, diğer kısmı ise Türkiye’ye gelmiştir. Bu ise insanlarda büyük sıkıntılara yol açmıştır. Fakat göçlerin belki de asıl nedeni yine her zaman olduğu gibi Türklerin ve Müslümanların sayısının hızla artmasıdır. O kadar ki, bir yıl önceki yoğun göçe rağmen, Müslümanların sayısı, 1952 yılına gelindiğinde hala 1 milyonun üzerindedir. Bunun 800 bin kadarını Türkler, geri kalanını ise diğer Müslüman gruplar oluşturmaktadır. Sofya açısından, en az Türklerin hızla çoğalması kadar önemli olan bir konu ise, Bulgarların doğurganlık oranınındaki düşüklüktür. 1968 yılı istatistik verilerine göre Bulgaristan’da doğan 80 bin çocuktan yalnızca 20 bini Bulgardır. Bunun Bulgaristan yöneticileri tarafından algılanışı ise çözümlenmesi gereken büyük bir tehdittir. Aslında demografik dengenin hızla Bulgarlar aleyhine bozulması, Sofya için günümüzde de yine en büyük sorun olarak ortada durmaktadır. Fakat bu kez, eskiden daha farklı bir söylem kullanılır. Yani artık Türklerin nüfusunun artmasından değil Bulgarların azalmasından bahsedilmektedir. Neyse! Müslümanların nüfus artışını bağımsız bir Bulgaristan için tehdit olarak gören ve bunu çözmekte kararlı olan Sofya, 1956’ya gelindiğinde bu azınlık sorununu sayılarla oynayarak çözmeye çalışır. 1 Aralık 1956 günü yapılan ve BM’lere bildirilen Bulgar Genel nüfus sayımına göre, Bulgaristan’daki Türk nüfusunu 656 bin 25 olarak gösterir. Diğer Müslüman grupların toplam sayısı ise yaklaşık 204 bindir. Doğumlarla meydana gelen nüfus artışına rağmen Türklerin sayısı bir öncekine göre 150 bin az gösterilmiştir.
Gerçekler ise çok farklıdır. O kadar ki 1969’a gelindiğinde Bulgaristan’da Türk nüfusunun 1 milyonu aştığı görülmüştür. Müslümanların toplam sayısı ise 1 milyon 500 bine ulaşmıştır. Bulgaristan gelişmelerden huzursuzdur. Çünkü, Sofya’ya göre, Türklerin ve Müslümanların sayısı demografik dengeyi tehdit edecek kadar artmıştır. Bu ise Bulgaristan açısından, bir an evvel çözüm bulunması gereken bir sorundur.

Tüm bu gelişmeler sonucunda iki ülke arasında 1968 yılında göç anlaşması imzalanır. Bu anlaşma uyarınca 1969-78 yılları arasında 130 bin kişi Türkiye’ye göç eder. Oyun tutmuş ve Bulgaristan bir kez daha amacına ulaşmıştır.

Yıl 1974. Gerçekleştirlen barış harekatı, tekrar sağlanan huzur, Kıbrıs’ta dinen acılar ve yaşanan mutluluk. Fakat her şeyin bir bedeli vardır. Kıbrıs’ın bedelini öncelikle Batı Trakya’daki Türkler öder. Kendilerine yönelik pikolojik bir savaş başlatılır. Resmi güçlerin yapmadığını, yapamadığını ırkçı, faşist gruplar yapar. Rumca “Türklere Ölüm” türünden bildiriler dağıtırlar. (Akın 13 Mart 1973). Ayrıca yerel basında da aynı türde saldırılar artar. Türkler huzursuzdur. Günleri, bugünü de sağ salim atlattık diye şükrederek geçirirler. Çok kısa bir süre sonra da huzursuzluğun boşa olmadığı anlaşılır. Azınlığın kutsal bildiği tüm değerlere saldırılar başlar. Irkçılığın korkunç yüzü kentlerden kasabalara ve oradan da köylere kadar uzanır. (Akın 25 Eylül 1975, 6 Nisan 1975, Azınlık Postası 31 Ağustos 1976, Akın 4 Eylül 1976, Akın 9 Şubat 1973, 6 Mayıs 1977).
Olaylara karışanlar çok hafif cezalarla kurtulur. Verilen hapis cezaları da para cezasına çevrilir. Para toplama işini ise kilise organize eder.

Kıbrıs’ta sıcak çatışmanın bitmesi ve Yunanistan’da askeri cuntanın devrilmesi Batı Trakya’daki Türkler açaısından hiçbir olumlu sonuç doğurmaz. Yunanistan’a gelen demokrasi Batı Trakya’ya gelmek bir yana uğramaz bile. 1967 yılında askeri yönetim tarafından alınan kararlar, getirilen uygulamalar, gerçekleştirlen yasal değişiklikler aynı şekilde sürdürülür. Vakıf ve müftülük yönetimlerinin atamayla oluşturulmasına, adında Türk kelimesi olan derneklerin faaliyetlerinin yasaklanmasına devam edilir.

Yasaklar ve getirilen sınırlamalar saymakla bitmez. Batı Trakya’da Türklerin ev yapması ve onarması neredeyse tamamen yasaktır. Traktör ehliyeti almak başlı başına bir sorundur. Eğitim konusu içinden çıkılmaz bir derttir. İşyeri açmak ise olanaksız denecek kadar zordur. Sahip oldukları topraklardan olmaları, yani toprakların ellerinden alınması ise çok kolaydır. Sıkıntı had safhadadır ve Batı Trakya’da yaşamak gün geçtikçe zorlaşmaktadır. İşsizlik ise sorunun bir başka boyutudur.

Tüm bu ve benzer daha nice uygulamalar ve yaşananlar nedeniyle pek çok Batı Trakyalı Türk, çözümü yurtdışında arama yoluna gider. Fakat bu, aynı zamanda yeni bir sorunun da başlangıcı olur. Gidenler 1955 yılında çıkarılan 3370 sayılı Vatandaşlık Yasası’nın 19. maddesi uyarınca vatandaşlıktan atılır.

Atina, bu maddeye dayanarak Yunanistan’ı kaçak olarak terk eden Türkleri, derhal Yunan vatandaşlığından çıkarır. Fakat kaçak olan kimdir? Aslında insanları, özellikle de Yunanca okuma yazma bilmeyenleri bu duruma düşürmek çok kolay olur. Bu insanlara, bütün pasaportlarda basılı olarak bulunan “Dönüş dahil birden fazla seyahat için geçerlidir” ibaresinin “dönüş dahil” sözcükleri karalanmış olarak verilir. Ve kaçak konuma düşürülür.

Normal Pasaportla ülkeyi terk edip Türkiye’de uzun süre yaşayanlar da sık sık Yunan vatandaşlığından çıkarılırlar. Bundan da en çok eğitim amacıyla Türkiye’de bulunanlar etkilenir. Ekonomik zorluklar içindeki Batı Trakya Türkleri, Türkiye’nin yanı sıra özellikle Almanya’ya da çalışmak için gitmeye başladıktan sonra bu meşhur madde, göçmen işçiler için de işletilmeye başlanır. Sadece 1991 yılında ki, o zaman Yunanistan AB’nin bir parçasıdır, yine vatandaşlık yasasının 19. maddesine dayanarak, istekleri dışında vatandaşlıktan çıkarılan Batı Trakyalı Türk sayısı 544’tür. Yani AB, 544 kişiyi vatandaşlıktan atmış olmaktadır. (Batı Trakya’nın Sesi, Mayıs 1991, s.3-15).

Tüm bu ayrımcı ve arındırmacı politikalar sonucu 1970’ten 19. maddenin iptal edildiği 1998’e kadar, en az 70 bin kişinin Türkiye’ye göç ettiği sanılmaktadır. Sadece 19. maddeye dayanılarak vatandaşlıktan atılanların sayısı AB verilerine göre, Avrupa ve Türkiye’de yaşayanlar dahil, 60 bin 4’tür.

Yıl 1984. Mevsim kış ve aylardan aralık. Aylardır, haftalardır, günlerdir süren kuşku, olmaz denilen, inanılmak istenmeyen şey gerçek olur. 24 Aralık sabahı “Soya Dönüş” projesi hayata geçirilir. Dağ taş askerdir. Kuş uçmasına bile izin verilmemektedir.

Aslında Müslümanların isim değişikliği 1878’de başlayıp belirli aralıklarla günümüze kadar devam etmiş bulunan bir süreçtir. Yaşanan tüm rejim değişikliklerinde değişmeyen tek şey isim değişikliğidir. 1972-74 yıllarında Pomakların isimleri zorla değiştirilir. Dünya sessizdir. 1981-83 yıllarında Çingenelerin adları değiştirilir, dünya yine sessizdir. Bundan cesaret alan ve 1980’lerin başında rejimin sonunun gelmekte olduğunu gören Sofya, azınlık sorununu kökten çözmek için elini çabuk tutar. 1984 yılının ocak ayında “Soya Dönüş” uygulamasını başlatır. Çünkü Türk nüfusu ve artışı Sofya’yı korkutacak boyuttadır.

Soya dönüş kampanyasına ilk tepki, Eğridere’nin yani Ardino’nun Tosçalı köyünde olur. Ardından da Kirli’nin yani Benkovski’nin köylerinde. Etraftaki köylerde yaşayan binlerce insanın hep birlikte haklarını aramak için Yoğurtçular köyünde toplanmaya başlamasıyla ilk ölümler meydana gelir. Açılan ateş sonucu ilk öldürülelerden biri de altı aylık Türkan’dır. Köyler ayaktadır artık. Herkes akın akın Cebel’e ulaşmak derdindedir. Olayların büyümesinden korkan yöneticiler, bölgedeki tüm askeri ve polis güçlerini bu kasabaya toplar. Tüm giriş çıkışlar kontrol altındadır. Güvenlik güçleri ve halk ilçenin, Asarcık yani Rogozçe çıkışında Cebel Çayı üzerinde bulunan köprüde karşı karşıya gelir. Cebel’de gerilimin yaşandığı bir anda Türkler, Mestanlı’da da isim değişikliğini protesto etmek için bir araya gelmiştir. Ortam gergindir. Cebel’deki olaylardan dolayı sayıları azalmış bulunan güvenlik kuvvetleri toplanan kalabalıktan korkar ve panikleyip göstericilerin üzerine ateş etmeye başlar. Çok sayıda ölüm olur. Gösteriler ülkenin her tarafında yayılır. Tabi ki, ölümler de… En büyük direnişin gösterildiği ve çatışmaların yaşandığı yerlerden biri de İslimye’nin yani Sliven’in Yablanova yani Alvanlar köyüdür. Güvenlik güçleri, 3 gün süren büyük bir direniş ve kuşatmadan sonra ancak zırhlı araçlarla köye girebilirler.

Bundan sonra Bulgaristan’da Türkler için var olan tek bir gerçek, katlanılması zor bir baskıdır. Onlara, yaşamın her alanında dayatılan ve duygularını kendi iç dünyalarında bastırmayı, boğmayı ve yok etmeyi amaçlayan bir baskı politikasıdır bu. Yaşanan sadece bir isim değişikliği değildir. Aslında isim değişikliği ile kastedilen 1985-89 yılları arasında yaşanan tüm baskılar ve acılardır.

Sokakta, evde, okulda, işyerinde kısaca, her yerde Türkçe konuşmak yasaklanır. İnsanlara birbirlerine heryerde, yeni isimlerle seslenmelsri dayatılır. Arkadaşın arkadaştan şüphe etmesi sağlanır.. Herkes şüphe içindedir ve birbirinden korkmaktadır. Herkes biribirnin gözünde ajandır, muhbirdir. Bu toplumsal korku ve paranoya sistem tarafından da sürekli pompalanır. Küçük çocuklar bile olaya alet edilir. Ailelerinin evde hangi dili konuştuğu, birbirlerine hangi isimle seslendikleri çocuklardan öğrenilmeye çalışılır. Cenazeleriniz artık sizin değildir. George Orwell, 1984 adlı romanını sanki bu günler için yazmıştır.

Tüm baskılara rağmen ilk şok dalgasını atlatan Türkler, yavaş yavaş organize olmaya başlar. 1980’lerin sonuna doğru hakların iadesini temin için örgütlenirler ve kitlesel hereketler düzenlerler. Artık ok yaydan çıkmıştır bir kere. Türklerin tertiplediği ilk toplumsal muhalefet 19 Mayıs 1989’da Kırcaali’nin Cebel kasabasında gerçekleşir. Todor Jivkov iktidarı, başını Türklerin çektiği demokratik hakların talep edildiği toplumsal muhalefetle sarsılmaktadır. Bu sarsılma 10 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla etkisini Doğu Avrupa’da da gösterir.

Tüm dünya Bulgaristan’a, sorunu çözmesi için baskı yapar. Sofya yönetiminin buna verdiği yanıt ise, geçmişte de her zaman olduğu gibi, toplumsal muhalefeti yönlendiren Türk ileri gelenlerini, aydınlarını sınırdışı etmek olur. Bununla da yetinmeyen Jivkov, ardından Türkiye’den de sınırları açmasını ister. Türkiye Cumhuriyeti başbakanının yanıtı net ve kesindir:

Özal: “Jivkov’un blöfünü gördüm. Kapıyı açtım. Hadi gönder bakalım, görelim.” Turgut ÖZAL’ın bu sözleri üzerine Bulgaristan Türkleri sınıra yığar. Oyun bir kez daha tutmuş ve Sofya amacına ulaşmıştır.

Tüm bu yaşananlar sonucu sadece 1989 yılında 320 bin bin Türk zorunlu göçle Türkiye’ye gelir.

Bunlardan çok küçük bir kesim uyumsuzluk ve Bulgaristan’da meydana gelen demokratikleşme sonucu geri döner Fakat Türkiye’ye yönelen bu insan selinin akışı durmaz. 1989 ile 1991 yılları arasında da 300 bin kişi daha Türkiye’ye göç eder. Bu durum, Bulgaristan’ın AB’ye tam üyelik tarihinin kesinleştiği 2 binli yıllara kadar azalarak ta olsa böyle devam eder. Bugünkü rakamlara göre 1989 sonrasında Türkiye’ye göç etmiş bulunan Türklerin toplam sayısı 600 bini bulmaktadır. Fakat Türkiye’de vatandaşlık almadan bulunanlarla birlikte bu sayının daha da yüksek olduğu tahmin edilmektedir.

Bulgaristan’da bugün hala 800 bin civarında Türk yaşamaktadır. Gayri resmi rakamlara göre ise bu sayı 1 milyonun üzerindedir. Müslümanların toplam sayısının ise 2 buçuk milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Belki de Türkleri göç ettirmenin asıl nedeni, geçmişte de olduğu gibi, Bulgarların, ülkelerinde azınlık durumuna düşme korkularıydı. Fakat gelinen nokta da göstermektedir ki, azınlık sorununu çözme yolunda son 150 yıldır yapılanlar boşunaymış. İşin özü, azınlıklara yönelik baskı ve asimilasyon uygulamaları insanlara acı vermekten, ülkeler arasında düşmanlık yaratmaktan ve ülkelerin kaynaklarını boşa harcamasından; dolayısıyla Balkanların, Avrupa’nın en geri bölge olarak kalmasından başka bir işe yaramamıştır.

1990’lardan itibaren Sosyalist blokta önemli gelişmeler yaşanır. Komünist parti iktidarları tek tek çöker. Ülkeler çok büyük bir siyasi ve ekonomik kriz yaşamaya başlar. İşsizlik, özellikle azınlıklarda, en büyük sorundur. Bu dönemdeki; özellikle 90’ların ortalarından sonra yaşanan göçlerin önemli bir bölümü, Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde ortaya çıkan savaş hariç, büyük çoğunlukla ekonomik ağırlıklıdır. Fakat bu defa göçün yönü artık Türkiye değil, Avrupa’dır. Çünkü, özellikle bölge ülkeleriyle Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesi, demokatikleşme yolunda önemli mesafelerin alınışı, her şeyden önemlisi Avrupa Birliğine katılım, Türkiye’ye yönelik göçlerin durmasına yol açmıştır. Bu kadar olumlu gelişmenin yaşandığı Balkanlarda hala aşılması gereken önemli bölgesel sorunlar da bulunmaktadır. Bunların başında da Kosova sorunu gelmektedir. Çünkü bu sorunun çözümlenememesi Balkanlarda eski hastalıkların yeniden ortaya çıkmasına neden olabilecektir. Fakat bugün gelinen nokta, bu sorunları ortadan kaldıracak bir ortam yaratmıştır. Kısaca barış adına umutlanmak için bir fırsat doğmuştur. Geçmişte Osmanlı Barışına benzer bir yapı olan Avrupa Birliği, bu konudu büyük bir şans sunmaktadır. Fakat gerçek barışın sağlanabilmesinin yolu, geçmiş örneklerde de görüldüğü üzere, Balkan ülkelerinin tamamının tüm önemli uluslararası kuruluşlarda birlikte bulunmalarıyla mümkün olmaktadır.
AB değerleri doğrultusunda azınlık haklarının güvence altına alınması, özellikle Balkanlarda barışın sağlanması için çok önemli bir gelişme olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Fakat Balkanlarda barışı sağlamada AB’nin en büyük katkısı sınırların değişmezliğini garanti altına alması konusunda olmuştur. Özellikle Balkan ülkeleri arasındaki savaşların ve katliamların salt bir karış daha fazla toprak elde etmek uğruna yapıldığını ve korkuların hep bu yönde olduğunu düşünürsek, bu gelişmenin ne kadar büyük bir adım olduğu ortadadır. Fakat bölge ülkeleri arasında asıl kalıcı barışın sağlanması ancak ve ancak karşılıklı olarak kültürel, sosyal ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesiyle mümkün olabilecektir. Özellikle de bölge ülkeleri arasında ekonomik ve ticari ilişkilerin karşılıklı bağımlılık haline gelmesiyle.

Balkanların, günümüzde, barışa dünden daha yakın olmasını sağlayan önemli bir gelişme de uluslararası konjonktürde meydana gelen gelişmelerdir. Bugün, bölge barışını tehdit eden dış faktörler düne göre çok azalmıştır. Geçmişte bölgede çatışmaya neden olan büyük ülkeler arasındaki egemenlik mücadelesi günümüzde şekil değiştirmiştir. Almanya, İngiltere ve Fransa AB içinde yer alarak bölgeye yönelik amaçlarını, en azından bir noktaya kadar, ortak bir paydada birleştirmişlerdir. Rusya ise yakın bölgesel sorunlarıyla uğraşmaktadır. Daha da önemlisi, günümüzde egemenlik kavramı nitelik değiştirmiş askeri olarak bölgeye hakim olmaktan çok ticari ilişkileri geliştirmeye ve bu yolla etkinlik sağlamaya dönüşmüştür. En önemlisi ise uluslararası sermaye, bölgede çıkarlarını tehlikeye atacak bir çatışmaya, maceraya izin vermemektedir. Fakat günümüzde bazı belirtiler, bazı Balkan ülkelerinin azınlıklar konusunda hala eski ırkçı yaklaşımlarını terk etmediklerini göstermektedir. Azınlık sorunu bulunan daha doğrusu azınlık durumuna düşme korkusu bulunan pek çok ülke hala günümüzde de, dolaylı politikalarla da olsa, göçü desteklemektedir. Örneğin, azınlıkların eğitim, işsizlik sorunları çözümlenmeyerek bu insanların, doğdukları topraklardan başka ülkelere gitmeleri sağlanmaktadır. Yine, vatandaşlarının bulunduğu ülkelerle, Bulgaristan Türkiye örneğinde de olduğu üzere, sosyal haklar anlaşmaları yapılmayarak göçler ya da daha doğru bir deyimle sürgün, dolaylı olarak desteklenmektedir. Örneğin, Türkiye’de çok sayıda Bulgaristan vatandaşı, iki ülke arasında bu tür bir anlaşma olmadığından dolayı sosyal haklarını Bulgaristan’a aktaramadıklarından geriye dönememektedir. Çok sayıda çifte vatandaş kişi de yine bu nedenle, doğduğu topraklara dönüp yerleşememektedi. Oysa aynı Bulgaristan, daha çok Bulgar soyluların bulunduğu Almanya, İspanya, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerle sosyal hakların tanınması anlaşmalarının imzalamış ve sorunu çözüme kavuşturmuştur. Fakat her şeye rağmen gelecekte, bölgede, barış adına umutlanmak için yine de pek çok neden bulunmaktadır. En önemlisi de Balkan halklarının Osmanlı Barışı altında beş yüzyıl süren birliktelikleridir.

Metin EDİRNELİ
Prodüktör
TRT Ankara TV

KAYNAKÇA

-Bulgarların Aldığı Türkçe Adlar ve Soyadlar Sözlüğü (Türker Acaroğlu)
-Bulgaristan Türkleri Üzerine Araştırmalar (Türker Acaroğlu),
-Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (Doç.Dr. Nedim İpek),
-Rumeli’den Türk Göçleri 1912-1913 (Doç.Dr. Ahmet Halaçoğlu),
-Balkan Türklüğü (Yusuf Hamzaoğlu),
-Balkan Diplomasisi (Ömer E.Lütem, Birgül Demirtaş Coşkun),
-Yeni Balkanlar Eski Sorunlar (Kemal Saybaşalı, Gencer Özcan),
-Bulgaristan’da Türk Kültürü (Prof. Dr. Hüseyin Memişoğlu)
-Bulgaristan’da Türk Kültürü (Prof.Dr. Hüseyin Memişoğlu)
-Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makus Talihi Göç ( H.Yıldırım Ağanoğlu)
-Balkanlar 1804-1999 (Misha Glenny)
-Bulgaristan Türkleri ( Bilal N. Şimşir)
-Devletlerin Dış Politikaları Açısından Göç Olgusu: Balkanlardan Türkiye’ye Arnavut –
Göçleri 1920-1990 (Dr.Nurcan Özgür Baklacıoğlu)
-Ölüm ve Sürgün (Justin McCarthy)
-Batı Trakya Türkleri (Dr.Halit Eren)

About the author  ⁄ admin

No Comments